siz siz olun izlemek istediğiniz bir filmin, özellikle de komedi ise, imdb puanını kaale almayın. gerçi şu günden itibaren hiçbir film için o puanları kaale almayın ama özellikle komedi ise durum çok beter cartel'e saygı göster.
ne güzel siteydi ilk açıldığı zamanlar. gerçi hala öyle, kendisine bir database muamelesi yaptığınız vakit. ama arkadaş nedir o puanların hali? sanırsın bütün "adam olacak çocuk" yarışmacıları üye olmuş, onu bunu on puanlarıyla şampiyon ilan ediyorlar. eskiden böyle değildi bu site. puanlarına güvenilirdi. nerede çokluk orada bokluğun karşılığı oldu ama artık. aklıma gelen ilk örnek "hot fuzz" denen garabet. gidin bakın aha burada kendileri. 104.178 kişi oy kullanmış ve on üzerinden 8 almış bu film. oysa ben izlerken, bir ara kola içtiğim bardağı kırıp kendimi çizmeye başladım sinirden. bu mu arkadaşım komedi?! bunun gibi birkaç örnek daha var şimdi aklıma gelmeyen. zira onları unutmak için çok çabaladım.
bunun bir yolu olmalı. güvenebileceğimiz bir yer. ben artık bir filmi komedi diye izlemeye başlayıp hıçkırıklara boğulmak ve akabinde annemin gelip, "ay kaba acıklı filmse ver ben de izleyeyim" demesini istemiyorum. geçen t&t ile artık ikinci kez izleyecek film bulamıyoruz diye yakınıyorduk ama, imdb'de her gün tüm zamanların en iyi 250 filmi arasına yeni bir film giriyor. nasıl oluyor bu arkadaşım, bana biri izah etsin. böyle giderse bundan 10 yıl sonra o listelerde godfather'ı göremeyecek yeni nesiller. ve belki o filmden bihaber ölecekler. ha diyebilirsiniz ki daha iyileri çekilecek belki. valla benim bu konuda pek ümidim yok. sizi bilemem. ama imdb ile ilgili maruzatım budur.
28.01.2009
Adam Olacak Çocukların IMDB'si
gönderen: kaba şimşek saat: 21:01 10 yorum
etiketler: imdb, kaba şimşek, sinema, yabancı film
27.01.2009
Parodi'yi Yaratıcılık ile Karıştırmak
Valla sözlük tadında bir başlık oldu farkındayım ama; durum tam olarak bu. Öncelikle belirteyim, bu yazıda hiçbir Bedük zarar görmemiştir. Kendisini çok seviyoruz. Moving forth moving back.
"Yazmayayım yazmayayım" diyorum aslında da, yazmayınca da kimse yazmıyor. Şahan Gökbakar'dan beri (2005 deniyor "Dikkat Şahan Çıkabilir"in vizyon tarihine) beni tırmalayan bir mesele bu. Eğri oturup doğru konuşmayı severim biliyorsunuz. Adeta her gün Gözcü alan biriyim. Şahan'ı sevmedim sevemedim. "Recep İvedik 2" ile -fragmanlarından kestirdiğim kadarıyla- beni çok güldüreceğini bilsem de, "Şahan Gökbakar" ismine karşı bir alerjim var. Nasıl derler sizin Esra Erol'la İzdivaç'ta, "Trahtörüm var amma elenktrink alamadım." eet. Şahan Gökbakar'ın yeteneğini yerin dibine sokma niyetlisi değilim. Abartıldığı kadar olmasa da, bir yeteneği olduğu aşikar. Doğaçlama yapmaya cesareti olan insanın, o 10 dakikalık skeçin 5 dakikasını boş boş ekrana bakarak, lafı geveleyerek öldürmesine tahammülüm pek yok. Kandırılmış hissediyorum. Ya da iki espri için bir ağza 10 dakika bakamıyorum diyeyim. Tercih meselesi tabii; "Şahan iyi yeaa..." diyene saygım var.
Şahan Gökbakar iyi bir gözlemci bence. Çünkü "Dikkat Şahan Çıkabilir" ile, Levent Kırca'nın klişeleriyle diri diri mezara gömdüğü "parodi" kültürünü gün ışığına çıkardı. Bunu yaptı. Çuvallara sığmayan paralar kazandığı için tebrik ediyoruz. Sözüm, buna "yaratıcılık" diyen, Gökbakar'ı "yaratıcı" addeden insanlara. Aynı şey değil arkadaşım, kusura bakma. Sen sevdin diye "yaratıcı" olmaz o şey. Abartma kendini o kadar. Flash TV'de Yalçın Abi'nin müthiş programları olmasaydı Dişi Yakarış olmazdı.
Sevgili Bedük'ün olay klibi Automatik. Bir sünnet düğünü ortamında geçiyor. Düğün şarkıcısı Bedük ve araya karışmış saykedelik tipler. Her tarafta son zamanların en yaratıcı işi olarak gösteriliyor.
Üzgünüm, bunun adı "parodi"dir. Sünnet düğünü var olan bir şeydir. Üstüne kattığın abartı ve absürt öğeler onu "parodi" yapar. Yarattığın bir şey yoktur. Dahası kattıkların da yoktan var etmediğin şeylerse, bu gerçekten bir "parodi"dir. Klip gayet güzeldir eet, ama bir "parodi"dir, bir "yaratıcılık" ürünü değildir. Yaratıcılık, abuk "zaman/mekan çaprazlaması" ile olan bir şey değil. Oturursun, düşünürsün, bulursun, bulduğun arak değilse "yaratıcılık" namına bir şey yapmışsın demektir. Bir şey "yaratmışsın" demektir. Var olan şeyleri yamultmamışsın demektir.
Sapla samanı karıştırıp ya da dediğimi anlamayıp çamur yaptığımı sanmayın ha. O yüzden biraz açayım: Çok absürt öğeler kullanılmış ama ısrarla hoş bir şey ortaya çıkmışsa, buna yine de "yaratıcılık" denebilir. Bir "Nasıl akıl etmişler arkadaş..." etkisi yaratması gerekli olur kısacası. Burada ise çok sıradan bir form var. Düğünde dans edilir. Düğün sahiplerinin yöreleri türünde dans edilir. Bedük'ün klibinde de dans ediyorlar. Uygulanırsa tuhaf kaçacak dansları ediyorlar. Bir absürtlük var yani. Fakat dans ediyorlar. Neticede dans ediyorlar. Yeni bir dans türü bile değil ettikleri. Bu yüzden yaratıcı demek zor. İyi bir parodi. Hatta kişisel görüşümü beyan etmem gerekirse, zayıf kalmış bir parodi. Çok daha fazla öğeyle beslenebilirdi.
En kral parodiye en fazla güler geçerim. Öyle dibimi düşürmez. Durup durup izlemek istemem. Hayran kalanı da anlamam. Tamam bunlar paralı olan şeyler değil; keyfe göre hayran da kalınıyor, ayran da içiliyor. Ama, bazı şeyleri ayırt etmek, özellikle yaratıcılığı yüceltmek, değerini bilmek; hem daha iyi ve yaratıcı işlerin ortaya çıkması için, hem parodi yapanların kendilerini yaratıcı sanıp 234239842394 yıl aynı yerde saymamaları için, hem de topyekün bir vizyon terfisi etmek için gerekli. Düşünce alemi o kadar sınırsız ve ücretsiz ki, 5 dakika düşünen birinin aklına dünyanın en yaratıcı fikirlerinin gelmesi yüksek bir ihtimaldir. Nöronunu sallasan fikre geliyor o kafanın içinde. O yüzden, "parodi" ile "yaratıcılık", ayrı şeylerdir.
gönderen: Emre A saat: 21:57 10 yorum
etiketler: parodi, radioheadbanger, reklam, televizyon, video klip, yaratıcılık
O Kadar Yakından İzleme Bilog Soundtrack
Kaba Şimşek uzun araştırmalar sonucunda bilogumuzun soundtrack'ini bulmuş. "Kanka kanka!!!!11" diye ilk kez tuvaletini söyleyen bir çocuk şenliğinde ulaştı bana, ben de sizlere ulaştırmayı bir borç biliyorum...
25.01.2009
Amerikan Dizileri ve Sonu Gelmeyen Tatilleri
Terminator: The Sarah Connor Chronicles yokluğunu hissedince isyan ettim ben buna arkadaş. 2 ay ara verildi diziye. 8 bölüm ara verildi bir başka birimle. Daha 3 hafta var. Herhalde diziler maliyetli diye para biriktiriyorlar bir süre. Lost'u 9 ay bekledik yahu.
40 dakikalık dizi zaten. Yarısı duraklamalarla, yarısı ciuv viuv jenerikle geçiyor. Kayda değer anların toplamı en kral dizide 10 dakikayı geçmez. Biz n'apıyoruz? Aylarca bunları bekliyoruz. Tanrım, ne saçma bir iş yapıyoruz yahu.
Avatar The Last Airbender da geç başladığım bir diziydi. Kışın bitirdiğim bölümlerin devamı için yazı bekledik. 23 dakikalık şeyler üstelik. Şaka gibi. İzlerken keyif alıyorum ama, değer mi emin değilim açıkçası. Yani Lost'a dönersek, 9 ay sonra tekrar izlemek saçma sapan bir şey değil mi? Yapıyoruz niyeyse. İzlemesek ne kaybederiz bilmiyorum. Zira hiçbiri, izleyince insana bir şey katan, izlemeyince insanın bir şeyleri eksik kalan diziler değiller.
Bir de İngiliz dizileri var ki, ona hiç bulaşmayacağım. Bir sezon 6 bölüm. 1.5 ayda bir dizinin sezonu bitmiş oluyor. Şaka gibi bir şey. The IT Crowd'u bayılarak izliyorduk; göz açıp kapayıncaya kadar bitti gitti. Extras desen hakeza. Nasıl işler bunlar?
Dexter, Nip Tuck, How I Met Your Mother gibi izlemediğim dizilere de uzaktan bakınca; durumun onlarda da farklı olmadığını görebiliyorum. Hepimiz öyle kapılmış gidiyoruz. Zaten bize n'oluyorsa... Sanırım Amerika'nın dış dünyaya dayadığı yeni trend bu diziler. Sinemayı filan solladı. Resmen esiriyiz onların. İstedikleri yola da geliyoruz. İzlemeyi bırakmak ihtimal dahilinde bile değil kimse için. Hepimiz biliyoruz ki, 9 ay değil, 1 sene de olsa beklenirdi Lost.
Düşününce "Nihayetinde önemsiz birer dizi oldukları için beklemek bir şey kaybettirmiyor. O kadar aradan sonra izlemek de öyle." gerekçesi oluşuyor. Hemen hemen herkes böyle düşünüyordur muhtemelen. Mantıklı eet. Mantıklı olduğu kadar da acıklı bence. Yapacak hiçbir şeyimiz yok çünkü. O yüzden bunlara tahammül ediyoruz. Sevgilimizle buluşuyoruz, ne var ne yok muhabbetinden sonra biraz sarılıp oturuyoruz. O noktadan sonra mantara bağlamamak mümkün değil. Oturuyoruz dizi izliyoruz. Başka ne yapabilirsin ki? Diziler hakkında konuşuyoruz. Başka ne hakkında konuşabilirsin ki? Berbat bir durum.
Şu sıralar insanların hakkında konuştukları üç şey var: Futbol, Amerikan dizileri ve Yemekteyiz. Bazen bir kitaptan iki tane alıp, en azından kız arkadaşımla eş zamanlı okumalar yapıp üstüne tartışmayı falan düşünüyorum. O kadar çaresiz hissediyorum yani kendimi hahah. Gerçekten değişik bir şeyler yapmak istiyorum bu bunaltıcı döngülerden kurtulmak için fakat Amerikan dizileri, o kadar kolay ulaşılabilir ve zahmetsiz ki, karşı konulmaz bir cazibe yaratıyor. Bir "Hiç yoktan iyidir." düsturuna 9 ay bekleyebiliyoruz. Çok değişik canlılarız çok.
gönderen: Emre A saat: 06:30 2 yorum
etiketler: lost, radioheadbanger, televizyon, terminator the sarah connor chronicles, yabancı dizi
21.01.2009
Biri Bana Gelsin, Siz Çok Güçlü Oldunuz
ya arkadaş hani neresinden tutsan elinde kalıyor ama bari bu konuda biraz çaba sarfetseler. şu program isimleri konusundan bahsediyorum. özellikle de konuk ağırlamalı, sırası gelenin şarkısını söylediği, yıllardır döne döne aynı insanlarla aynı geyiklerin yapıldığı programlardan bahsediyorum. konsept için kafa patlatmıyorsun zaten, e bari isim için biraz uğraşın be arkadaş. mesela şunu araştırsınlar istiyorum, ülkemizde ilk özel radyo yayına başladığından beri, televizyonda ve radyolarda sunucusunun ismi ebru olup da adı "ebruli" olmayan kaç program var. inanın çok azdır.
beyaz'ın programına elli kere katılan vardır mesela. e bu adamla değişik ne konuşabilirsin ki? o zaman bari ismini değiştirin arada programın. parayı hak edin yani kısaca.
bunu okan bayülgen yapıyor mesela. en azından programın ismini değiştirdiği için müteşekkirim kendisine. gerçi bazı heyecanlı gençler ismi değişince kuş çıkacak zannediyor; böyle bir yan etkisi var ama olsun. yine de isim değiştirmek bile az da olsa bir şeyler için kafa patlatıldığını gösteriyor. ama ya diğerleri? al işte, biri bana gelsin ne lan?! üç bin kişiye sorsalardı ferhat göçer'e program yaptıracağız diye, iki bininin önereceği ilk beş isimde olurdu bu. kalan bin kişi o kim diye sorardı. ibo şov bile daha sempatik bir isim arkadaş.
geçen bu konuyu düşünüyordum ve bir olay oldu, o zaman televizyoncuların bu konularda neden bu kadar rahat olduklarına dair bir fikir oluştu bende. siz katılır mısınız bilemem. ama rahatlıklarının ana sebeplerinden biri olduğuna eminim az sonra okuyacağınız olayın.
efenim geçen gün amcamgil geldiler bize, ben de oturuyorum içerde ama televizyon kapalı. selamlaştık, oturduk, işte klasik sorularla zamana oynuyoruz, işler nasıl kriz etkiledi mi bilmem ne diye ama amcanın gözler fıldır fıldır. dedim, sıkıntın nedir? kumanda nerede dedi. normal değil mi? çünkü hepimiz yaşıyoruz bunu. sonra, yıllar önce odamda oturmuş tavanı izlerken, bir akrabamın kapıdan kafasını uzatıp, "televizyon bozuk mu?" diye sorduğu geldi aklıma.
şunu söylemek istiyorum. televizyon uzun zamandır izlenen bir şey değil aslında. evimizin bir ferdi. o hep açık ve biz ona bakıyoruz. kapatmak gelmiyor aklımıza. bu yüzden televizyonu kapalı gören eşimizin dostumuzun aklına kapatma butonuna basabileceğimiz gelmiyor. bozuk olduğunu düşünüyorlar. yoksa neden açık olmasın ki adam da haklı. evde olup da uyanık olduğunuz zamanlarda evinizdeki televizyonlardan en az biri açık değil mi? bu deneyi siz de yapabilirsiniz evinizde. tek ihtiyacınız olan bir televizyon ve entel olmayan misafir.
işte televizyonun evimizin bir ferdi oluşu, televizyoncuların rahat takılmasının en önemli sebeplerinden biri. bence yani.
- abi mustafa sandal'a program yapıcaz ismi ne olsun?
- onun arabası var!
- hmm evet süper fikir!
- konuklara arabalarını sorar arada, sonra da şarkılar türküler, nasıl?
- valla nefis!
gönderen: kaba şimşek saat: 22:48 14 yorum
etiketler: kaba şimşek, show tv, televizyon
17.01.2009
Vicky Cristina Barcelona...
Penelope ve Javier müthişti ona bişey diyemem. Vicky de iyiydi ama Sıkarlıtı nedense beğenmedim. Ya Woody abi bilerek ona çiğ oyna iğrenç bi karakter çiz demiş ya da Sıkarlıt hiç oynayamamış. Açıkçası çoğu sahnelerde dile gelmiş bir şişme kadın gibi göründü gözüme ki sonuçta filmde görünen tek karakteri de seks işçiliği idi geçelim o özgür ruh ya da aradığını bulma martavallarını. Aslında film o açıdan güzel bi nokta yakalamış. Javier abim alenen güzel yemek yemek, şarap içmek ve sevişmek istediğini söylüyor. Ama dangalak Amerikalı kızımız yok ne aradığın bilmiyormuş da ne aramadığını biliyormuş. Resmen yalan işte bu riya. Alenen geldin seviştin adamla. Sonra mükemmele çok yakın ex karısı da geldi durmadın onla da seviştin. Sonra da artık içinde sevişmeye dair istek kalmayınca, tutku bitince, heyecan bitince bastın gittin işte. Resmen casual sex bu. Hayret bişey. Öbür karıya baksan onun da ne bok yediği belli değil. Doug bilmemne aslen kısacası tabi ki her filminde olduğu gibi Woody abim Amerikalıların ağzına sıçıp bırakmış işte. Yahudiler olsa filmde onların da ağzına sıçardı eminim. Amerikalıların ezbere ve kopya yaşamlarının iğrençliklerini, bu ezbere yaşamdan sıkılan ya da kıllanan bireylerin dahi o kalıplara nasıl da dipten dibe istemeden de olsa bağlı kaldığı filmin güzel yaklaşımları. Sonuçta onca tantanaya rağmen yine hep beraber Amerikaya döndüler. En cilalı taşlar ülkesine.
Yalnız bu noktada sanki Amerikan hayatının tam tersi gibi sunulan bağımsız, özgür Akdeniz insanı hayatında da gariplikler var onu söylemeden geçmeyeyim. Nedir abi bu şimdi? Güya ressam adam var, deli ressam karısı felan. Ulan iyi de oturdukları eve bak? Adamın kafası esiyor iki hatunu Barcelonadan alıp Oviedoya götürüyo hem de arkadaşının özel uçağıyla??? Sonra 3 kişinin otel parasını ödüyor yediriyo içiriyo? Babası desen anarşist şair ama adamın evine bak. 568 yıl mortgagea girsem alamam o evi. Nerden geliyo olm bu değirmenin suyu? Sonra altında leş bi spor araba, iki kişilik aslen o araba bile adamın niyetini gösteriyo. Sonuç olarak Woody abim de farkında ki asıl sıcak Akdeniz hayatını Amerikan hayatının karşısına koyunca yemez kimse, etkilenmez aptal romantikler dışında tabi. O yüzden Akdeniz hayatı da hafif Amerikan hayatı sosuyla sunulmuş önümüze. Yapacak bir şey yok. İnsan ilk taşı cilaladığından beri garip bi şekilde daha iyi cilalanmış taş arıyor ve taşlar her seferinde daha iyi cilalanıyor. Ve garip bi şekilde insan her seferinde elindeki cilalı taştan daha iyi cilalanmışı gördüğünde ona meylediyor. Biz de buna kapitalizm diyoruz. Hepimiz hala mağara adamıyız kanımca.
Sonuç olarak Bartelona güzel şehir, Gaudi iyi mimar, Miro iyi sanatçı, Messi leş topçu, Amerikalılar gerzek, Akdenizliler sevişgen ve özgür ruhlu, Woody Allen ağabeycim de piçin teki. Ve aslında İspanyolcanın o uhrevi müziğini Javier Bardem ve Penelope Cruz un ağızlarından bize dinletmesi de çok güzel bi icattı. Filmin genel İngilizce atmosferindeki çiğlik onlar İspanyolca konuşmaya başlar başlamaz üzerimize ılgıt ılgıt esen tatlı sıcacık bir Akdeniz meltemine evriliyordu. Fakat yine de yazıyı filmin o müthiş sahnesi ile bitirmek isterim. İlk kez bir kadının iki kişiyi aynı anda terk ettiğine şahit oldum. Müthiş bi sahneydi. Penelope olağanüstü bir performans sergilemiş konu sahnede. “Bizi kullanıp attı işte. Demiştim ben sana” diyor aynı anda terk edilen Javier de onu teskin etmeye çalışıyordu. Aşklarının matematiğinde eksik olduğunu düşündükleri şişme kadın da uzaktan bunları izliyordu. Oysa ki eksik olan hiç bir şey yoktu bence aşklarında. Çünkü aşkların güzelliği her zaman bir yerinin eksik olmasıdır, mükemmelliğini eksikliğinden alır.
Ve son olarak meraklısına Woody Allen’ın Guardian da çıkan filmle ilgili günlüğünü yayınlıyorum. İnanılmaz komik İyi günler efenim :
5 March
Met with Javier Bardem and Penélope Cruz. She's ravishing and more sexual than I had imagined. During interview my pants caught fire. Bardem is one of those brooding geniuses who clearly will need a firm hand from me.
2 April
Offered role to Scarlett Johansson. Said before she could accept, script must be approved by her agent, then by her mother, with whom she's close. Following that, it must be approved by her agent's mother. In middle of negotiation she changed agents - then changed mothers. She's gifted but can be a handful.
1 June
Arrived Barcelona. Accommodation's first class. Hotel has been promised half star next year, provided they install running water.
5 June
Shooting got off to a shaky start. Rebecca Hall, though young and in her first major role, is a bit more temperamental than I thought and had me barred from the set. I explained the director must be present to direct the film. Try as I may, I could not convince her and had to disguise as man delivering lunch to sneak back on the set.
15 June
Work finally under way. Shot a torrid love scene today between Scarlett and Javier. If this were a scant few years ago, I would have played Javier's part. When I mentioned that to Scarlett, she said, "Uh-huh," with an enigmatic intonation. Scarlett came late to the set. I lectured her rather sternly, explaining I do not tolerate tardiness from my cast. She listened respectfully, although as I spoke I thought I noticed her turning up her iPod.
20 June
Barcelona is a marvellous city. Crowds turn out in the streets to watch us work. Mercifully they realise I've no time to give autographs, and so they ask only the cast members. Later, I handed out some 8x10 photos of myself shaking hands with Spiro Agnew and offered to sign them, but by then the crowd had dispersed.
26 June
Filmed at La Sagrada Familia, Gaudi's masterpiece. Was thinking I have much in common with the great Spanish architect. We both defy convention, he with his breathtaking designs and me by wearing a lobster bib in the shower.
30 June
Dailies are looking good, and while Javier's idea to add a massive Martian invasion scene complete with 1,000 costumed extras and elaborate flying saucers is not a very good one, I will shoot it to make him happy and cut it in the editing room.
3 July
Scarlett came to me today with one of those questions actors ask: "What's my motivation?" I shot back: "Your salary." She said fine but that she needed a lot more motivation to continue. About triple. Otherwise she threatened to walk. I called her bluff and walked first. Then she walked. Now we were rather far apart and had to yell to be heard. Then she threatened to hop. I hopped, too, and soon we were at an impasse. At the impasse I ran into friends, and we all drank, and of course I got stuck with the check.
15 July
Once again I had to help Javier with the love-making scenes. The sequence requires him to grab Penélope Cruz, tear off her clothes and ravish her in the bedroom. Oscar-winner that he is, the man still needs me to show him how to play passion. I grabbed Penélope and with one motion tore her clothes off. As fate would have it, she had not yet changed into costume, so it was her own expensive dress I mutilated. Undaunted, I flung her down before the fireplace and dove on top of her. Minx that she is, she rolled away a split second before I landed, causing me to fracture certain key teeth on the tile floor. Fine day's work, and I should be able to eat solids by August.
30 July
Dailies looking rather brilliant. Probably too early to start planning Academy campaign. Still, a few notes for an acceptance speech might just save me some time later.
3 August
I suppose it comes with the territory. As director, one is part teacher, part shrink, part father figure, part guru. Is it any wonder then that, as the weeks have passed, Scarlett and Penélope have both developed crushes on me? The fragile female heart. I notice poor Javier looking on enviously as the actresses bed me with their eyes, but I've explained to the boy that unbridled feminine desire for a cinema icon, particularly one who wears a sneer of cold command, is to be expected.
Meanwhile, when I approach the set, each morning bathed and freshly scented, between Scarlett and Penélope there is a virtual feeding frenzy. I never like mixing business with pleasure, but I may have to slake the lust of each one in turn to get the film completed. Perhaps I can give Penélope Wednesdays and Fridays, satisfying Scarlett Tuesdays and Thursdays. Like alternate-side parking. That would leave Monday free for Rebecca, whom I stopped just in time from tattooing my name on her thigh. I'll have a drink with the ladies in the cast after filming and set some ground rules. Maybe the old system of ration coupons could work.
10 August
Directed Javier in emotional scene today. Had to give him line readings. As long as he imitates me, he's fine. The minute he tries his own acting choices, he's lost. Then he weeps and wonders how he'll survive when I'm no longer his director. I explained politely but firmly that he must do the best he can without me and to try to remember the tips I've given him. I know he was cheered because when I left his trailer, he and his friends were howling with laughter.
20 August
Made love with Scarlett and Penélope simultaneously in an effort to keep them happy. Ménage gave me great idea for the climax of the movie. Rebecca kept pounding on the door, and I finally let her in, but those Spanish beds are too small to handle four, and when she joined, I kept getting bounced to the floor.
25 August
End production today. Wrap party as usual a little sad. Slow-danced with Scarlett. Broke her toe. Not my fault. When she dipped me back, I stepped on it.
Penélope and Javier anxious to work with me again. Said if I ever come up with another screenplay to try and find them. Goodbye drink with Rebecca. Sentimental moment. Everyone in cast and crew chipped in and bought me a ballpoint pen. Have decided to call film Vicky Cristina Barcelona. Studio heads have seen all the dailies. Apparently they love every frame, and there is talk of opening it at a leper colony. It's lonely at the top.
gönderen: Travis and Tyler Durden saat: 10:32 11 yorum
etiketler: sinema, travis and tyler durden, vicky cristina barcelona, yabancı film
Beyaz Maseratili Pirens
Demin eve geldim televizyonu açtım, en son Kanal D açıkmış oradan devam etti, Beyaz'ın sesini duydum, "hece'cim orda mısın, abibik gubibik" bi şeyler diyordu, "Tanrım kaç milyar kez duydum bu kalıbı bu adamdan?" dedim daha ekrana görüntü gelmeden. Yeter beyaz ya. Yeter be abim. Valla severdim seni ama yeter.
Bi' kere çuvalla parası var. Yedi sülalesine de yeter o para. Sarıyer şeridini Ali Kırca'yla birlikte parsellediler komple. Beyaz senin benim gibi bi' adam demedik mi, o yüzden sevmedik mi? Biz kendi aramızda konuşuyoruz hep, "200.000 lira nakdimiz olsa, bankaya atar aylık faiziyle de ölene kadar çalışmadan yaşarız" diye. Bizim hayattaki arzumuz bu. Beyaz'ın 20 milyonu kesin vardır. Ayda 250.000 lira getirir bu. "Gözün dosyun Beyaz'ım." demeden edemiyorum. Bu ne hırs? Yeter artık çünkü televizyondan bir şey veremiyorsun insanlara. O stüdyodan o ekiple yerine kimi koyarsan koy Kanal D'de cuma gecesi iş yapar. Açık söyleyeyim, birçoğunuza komik gelecektir ama Beyaz'ın ekibi, Okan Bayülgen'in ekibinden iyi bence. Artık beyaz olmanın bi' esprisi yok.
CNN Turk'teki programlarında ise ironik şekilde sırf Beyaz'sın diye varsın. Abim kusura bakma acımasızım ama sen senelerdir bu ekrandasın, telefonu yüzüne kapatmamakla saygı olmuyor bence. Tamam Okan Bayülgen ile kitleleri güzel paylaşmışsınız ama, bi' yerlerde insan kendini de geliştirmeli. "Doğru mudur?" diye sormakla ömür geçmemeli.
Bence Beyaz farkında durumunun. Temcit pilavi gibi çevirip çevirip aynı programı yaptığının farkında. Ama bırakamıyor, çünkü tv dünyasını biliyor. Zira bırakırsa bir süre sonra kimsenin umrunda olmaz Beyaz. Silinir gider. Yokluğunu hissettirecek bir farklılık yaratmış değil. O kadar nefessiz çalıştı, bu ilgiye o kadar alıştı ki, birden bire yaşının geçtiğini fark edince panik yaptı bence. "Oha kırk oluyorum?!?!" dedi ve bu uyanışı itici bir hal almasındaki en önemli etken oldu. İstediği kadar 430.000 liralık Maserati alsın, teknik olarak 40 olduğunun farkında. Arkasına dönüp baktığında gudik bir şov programından başka bir şey göremiyor. Çektiği filmler oynadığı diziler, hiçbiri kayda değer, olmazsa olmaz hiçbir iş yapmadı. Ekol olmadı. En fazla Sezen Aksu'nun kafasına gül dökmekle gündeme geldi. Dediğim gibi ben Beyaz'ı gerçekten severim ama bu onun senelerdir bir adım öteye gidemediği gerçeğini değiştirmez. Benim için seyirci saygısı budur. Şu televizyon neler gördü yani, neler geldi geçti. Beyaz'ınsa sadece prodüksiyonu büyüdü ekibi iyileşti, Beyaz hep bildiğin Beyaz. İyi bir tv izleyicisi olarak; ben çok sıkıldım.
Ben bile 9-10 sene önceki halimi hatırlayınca utanıyorum kendimden; ki hiç mecburiyetim yok, ölesiye düz olma hakkım var. Ne ailemden ne arkadaşlarımdan ne de sevgililerimden milyon dolar almıyorum. Beyaz ise, "ailemizden biri" olarak girdi hayatımıza, öyle de kaldı. Olgunluk dönemini yaşadığını söylüyor ama biz hala büyüyüp o "ev"den ayrıldığını göremedik. Diğer kanallarda yarışma programı gibi farklı formatlarda denemeleri de oldu Beyaz'ın, hiçbiri tutmadı. Yayına konduğu gibi kalktı. Şimdi rating kaygısı olmayan bir kanalda ve bir başka major ulusal kanalda program yapıyor. İkisi de Doğan Grubu'nun kanalları. Beyaz Show çok başarılı olduğu için değil, Kanal D'nin cuma gecesi ikonu olduğu için sürüyor. Ben olsam bununla "13 yıldır devam ediyor!" diye övünmezdim. Her şeyi geçtim,
gönderen: Emre A saat: 01:55 7 yorum
etiketler: beyaz show, beyazıt öztürk, kanal d, radioheadbanger, talk show, televizyon
15.01.2009
Camın Öte Yanı
sene tam olarak kaç hatırlamıyorum. uzunca bir süre eğitimim için ailemden uzak kaldığımdan fark edemediğim bir şeyi, akşam televizyonun karşısında elimde kumandayla camız gibi yatarken fark ediyorum. babam geliyor odaya ve "bak bakim aliye başlamış mı?" diye soruyor. dizinin adı başka da olabilir; dediğim gibi yılı tam hatırlamıyorum. ben kilitlenince, babam duymadığımı düşünerek tekrar ediyor: "bak bakim aliye başlıycaktı, aliye". ben okula başlamadan önce sadece haber, spor, belgesel ve kovboy filmleri izleyen babamdan, bir de ibo şov, o lafı duymama denk gelir televizyondan soğumam. o günden sonra kendisiyle long distance relationship şekline bürünen ilişkimiz; söz konusu olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra tamir edilsin diye bir tamirciye teslim ettiğim 37 ekran televizyonu tamircide unutmamdan dolayı tamamen bitti. hayatımı, "sahip olduklarını bırak; dönerse senindir, dönmezse hiç senin olmamıştır ki akıllım" gibi tırto bir düşünce üzerine kurduğumdan, bu ilişkinin bitmesi sürpriz değildi elbette. zaten "beyaz cam" gibi tamamen sallapati bir sıfatla geçiştirilmiş bir cihaza saygı da duymam ben.
bunu neden anlattım derseniz, bu blogun 'cast'ındaki yerimi bilin diye derim. yani ben bu blogda, jenerikte adının önüne "ve" koyulan bir aktör gibi olabilirim ancak. gerçek aktörler sevgili t&t ve kankam redyohedbengır'dır. bu vesileyle: hoşbulduk kanka.
redyohedbengır'ın bergüzar hanım ve halit bey hakkında yazdıklarını okuyunca, aklıma yıllar önce sözlükte, yine kendisinin açtığı başlığa yazdığım şeyler geldi. (burada) bu insanların bu kadar pervasızca yaşamalarının ana nedeni sanırım beyaz camın diğer yanında her şeyin mübah sayılması. toplumda böyle sakat bir algı yaratıyor bu cihaz. eğer onun içindeyseniz, izleyenin kendi dünyasında asla kabul görmeyen her şeyi yapabilirsiniz ve kendi dünyasına bunları sokmayan 'izleyen' bunu yadsımaz. hatta alkışlar. sırf eşcinsel bir aktöre benzediğini söyledi diye arkadaşını gözünü kırpmadan vuran adam, söz konusu mehmet ali erbil'in şakaları olunca, kendisine yapılsa bile, alkışlar. şu anda televizyonları istila eden, minimum maliyetle maksimum karı elde edebildikleri programlar sanırım gücünü bu bozuk algıdan alıyor. o yarışmamsı programlara katılanlar, artık camın öte yanına geçtikleri için her şeyi yapmakta serbest hissediyorlar kendilerini (bu programlardaki yarışmacıların ajanslardan para karşılığı gelmesi bu gerçeği değiştirmiyor bence. çünkü profesyonel oyuncular değiller) ve malesef yapımcıların da gazıyla işi zıvanadan çıkartıyorlar. çünkü yapımcılar şunun farkında: bu programların izlenmesinin sebebi, sıradan insanın birgün kendisinin de camın öte yanına geçebileceği umudunu canlı tutmak ve kendinden daha 'salak' olanı izlemenin cazibesi.
yılbaşı ertesi çalışmamanın rahatlığıyla iki gün boyunca gündüz kuşağını izleme fırsatım oldu. yemekteyiz'i izlemekti amacım ama bir programa denk geldim ve gerçekten şaşırdım. programın adı "komşu komşu". mantık yemekteyizle aynı. yine sıradan insanlar, yine yarışıyorlar ve yine dedikodu var. bir apartmanda komşuculuk oynanıyor, bir sabit aileler var, bir de her hafta değişen bir aile. sabit olan aileler seçici ve her hafta gelen aileleri değerlendirip puanlıyorlar. benim izlediğim bölümde genç bir çift var (ben son iki günlerini izledim) erkek olan şarkıcı olmak isteyen bir genç olduğundan kamera her döndüğünde şarkı söylemeye başlıyor. kız da yılbaşı eğlencelerinden anladığım kadarıyla dansöz olmak istiyor. çok hırslı sallıyordu kalçalarını oradan anladım sldkfjldksf.
neyse efendim bu programı izlerken ilk dikkatimi çeken şey, bu insanlar profesyonel olmadığı halde, kamera önündeki rahatlıkları oldu. bu bana göre dehşet bir durum. ülkenin yarısından çoğu sanki hayatlarında hep kamera varmış gibi yaşıyor bilmiyorum farkında mısınız? ben sırf kendim izleyeyim diye çektiğim kamera kayıtlarını izledim bunun üzerine, elimi kolumu nereye koyacağımı bilmiyorum. gördüğüm kadarıyla yakın çevrem de böyle. düğünlerde dikkat edin, halaya durmuş o yiğitlerin ayarını hep kendilerine doğrultulan kamera bozar. o andan itibaren senkronizasyon bozulur; herkes ne yaptığını bilmez bir hale bürünür. paralize olur bütün koçyiğitler. ki o kaydı sadece yakın çevreleri izleyecek. ama bunlar bir acayip. rahat oldukları gibi pervasızlar da.
dedim ya algımızı bozuyor diye. o programdaki bir olayı anlatayım. şimdi o genç çiftten hanımefendi olan kıskançmış efendim. bu komşular evlerine ilk gittiğinde de kızlardan birine kıllanıp bunu dile getirmiş. ya bu bile başlı başına bir olay. insan utanır bunu söylemeye yahu. neyse işte, bunları şarkılar türküler eşliğinde uğurladıktan sonra değerlendirme esnasında öğreniyorum ben bunları. konu buraya gelince, yılbaşı eğlencelerini gösterdiler. mevzu göbek atmaya geldiğinde şarkıcı oğlanın hanımı attı kendini ortaya döktürüyor. bu sefer o kıllandığı kızın annesi kızını dürtükledi oynasın diye. o da çıkınca ortam aşık atışmasına döndü. ben hayatımda bu kadar hırsla sallanan iki kalçayı bir daha görebileceğimi sanmıyorum. perdeler sallanıyordu rüzgarlarından. bu sahne geçtikten sonra değerlendirme devam ederken konu o kızın oğlana kur yapıp yapmadığına geldi. kız şöyle dedi: "sonuçta biz seçici aile değil miyiz? her şeylerini test ediyoruz işte, ben de çocuğa yeşil ışık yaktım (!) bakayım ne kadar sadık onu test ettim hemen düştü". bunun üzerine oradaki abilerden hiçbiri kalkıp bir tane çakmadı bu kıza mesela. lan evli bir adama kur yapmak hadi tamam. bunu marifet gibi söylemek nasıl bir aymazlıktır? işte bunun yegane sebebi bence bu televizyon denen cihazın her şeye, ama her şeye meşruiyet kazandırmasıdır.
bu arada kız da güzel kız. yani şöyle söyleyeyim, yeşil ışığı beklemez sarıda bi kornaya basarsın lsdkflksdjfls.
bak bunu yazarken aklıma bir fikir geldi. "sadakatsiz" diye yarışma yapsak ya? misal evleneceği adamdan/kadından tam emin olmayanlar başvursun diğerinin haberi olmadan, bizim elemanlarımız da diğer tarafı baştan çıkarmaya uğraşsın. nasıl fikir kanka? bence iş yapar. gerçi diğerinin haberi olmadığına nasıl emin olacağız değil mi? hmmm aslında sen bu televizyon dünyasına uzak değilsin, biraz düşünsen bu bugları halledersin. büyük para kazanabiliriz sdlfjdlsfjs.
algınızın değil sadece alıcınızın ayarlarıyla oynamanız dileğiyle. esen kalın.
gönderen: kaba şimşek saat: 00:22 8 yorum
etiketler: beyaz cam, kaba şimşek, komşu komşu, reality show, sadakatsiz, televizyon
14.01.2009
Beck'leme Yapma Ticari, Dinlemeye Devam Et!
Beck Beck Beck... Neresinden tutacağımı bilemiyorum. Aslında bu müzik dehasını tutabilir miyim, onu bilmiyorum.
Beck, son çeyrekte Amerika'dan çıkmış en ciddi müzisyenlerden biri bana göre. Yaptığı cıvıklık tınısı yüksek müziğe rağmen bu konuda oldukça iddialıyım. Ki bunda bıyıklarımı bile çalabilecek bir multienstrumanist olmasının payı gerçekten yok.
Beck Hansen ile Sea Change sayesinde 2002'de tanıştım. 15 yıllık kariyerinin son 7 senesine tanıklık ediyorum yani. The Golden Age, Paper Tiger, It's All in Your Mind, Lost Cause; Beck'e inanmak için yeterli kanıtlar benim müzik evrenimde. Aslında Beck'i tanıyanlar debut'u Mellow Gold (1996) ile, yani "Loser" ile tanırlar. Fakat o tanışıklık pek öteye gitmez. Beck'in devrimi sayabileceğim Sea Change'den 3 yıl sonra gelen Guero ise, benim Beck sempatimin hayranlığa dönüştüğü yerdir. Bir insan evladının kafasının "Hell Yes" gibi dünyanın en güzel ve o derece tuhaf şarkılarından birini inşa edebilmesi için nasıl çalışması gerektiğini hala merak ediyorum.
Albüm baştan aşağı postmodern şaheserlerle dolu. Bugün "Ben müzik dinliyorum." diyen her insan evladının arşivinde olması gerektiğine inanıyorum. Devamı niteliğindeki "The Information" ise, Radiohead'in 6. üyesi ve prodüktörü Nigel Godrich'in Beck'e geri dönüş albümü olarak, yine harikaydı. Beck kendi sound'unu yaratmayı başarmış bir ibiş olarak artık gerekli izini bırakıyordu.
Bu girizgahtan sonra günümüze gelirsek; yıl 2008 ve Beck "Modern Guilt" ile karşımızda. Bu sefer Danger Mouse ile çalışmış. Kendisini Gorillaz'dan ve bir başka kaldırım taşı projesi Gnarls Barkley'nin bonus kafası olarak biliyorsunuz. İşte bu adamlar hep aynı frekanstaki müthiş varlıklar. Onları dinlemeyi, onlarla takılmayı seviyorum çünkü frekansımız aynı. "Neden bahsediyorsun?" diyeceksin; söyleyeyim. Gnarls Barkley'nin inanılmaz albümü The Odd Couple'ın prodüktörlüğünü Nigel Godrich yapmış. Yer değiştirmişler yani.
The Odd Couple hayvan gibi güzel bir albüm olmasına karşın, Modern Guilt'in güzel olmadığını söylemiştim. Çok acele etmişim, tükürdüğümü aynen yalıyorum. Bu adamlarla aramdaki fark da bu zaten. Şahane bir şey olmuş bu yahu. Adamlar hakikaten farklı bir albüm yapmışlar ve bu yüzden hazmedene kadar, alışana kadar zaman geçiyor, "beğenmeme" algısı oluşuyor. Fakat modern müzik ufku açısından bir açacak olduğunu kabul etmek gerekir bir süre sonra. Ettim ben de. 30 dakika değil de 1 saat olsaymış keşke. Beck'in sözleri kendini aşmış, her zamankinden katbekat keyifli olmuş dinlemesi. Şarkılar paramparça, darmadağın; her tarafı ayrı oynuyor. "Orphans" ile açılan bu güzellik, albümün krallığını fark etmemi sağlayan "Gamma Ray" ile devam ediyor. Hiç ağlamayan ve 2 ayda altı yaşına gelen bir bebek kadar hoş.
Chemtrails, Modern Guilt, Youthless ve müthiş Walls; bunlar olağanüstü şarkılar. Yarım saatlik albümün ilk yirmi dakikası yetiyor. Evde otururken dinle, yolda yürürken dinle, spor yaparken dinle, bunalım yaparken dinle; her türlü gideri var. Bu bence bir albüm için en önemli kriter. Bir "OK Computer"ı spor yaparken dinleyemezsin mesela, koşu bandında durup seni duvara yapıştırmasını istersin. Ya da "Deserter's Songs"u yolda yürürken dinleyemezsin. "Synkronized" ile bunalım yapamazsın. Bu birbirinden harika albümlerle bunları yapamazsın, ama "Modern Guilt" bu kudrette, gündelik hayatta sırıtmayacak ama farklı da olabilecek bir sound'a sahip. Tapıyoruz.
Son 2-3 haftadır Beck'e abartılı şekilde abandım. Ve 26 yıllık şu ömrümde, bir tane Beck fanatiğiyle karşılaşmadığımı fark ettim. Beck gibi bir hastanın "Everybody's Gotta Learn Sometimes" ve "Loser"dan ibaret olması reva değil. O yüzden her yere şunu yazıyorum:
"Beck dinleyin. Onu çok sevin."
gönderen: Emre A saat: 16:30 9 yorum
etiketler: beck, modern guilt, müzik, müzik tavsiyesi, radioheadbanger
Hoş Geldin Kaba Şimşek!
Eet,
Sonunda üç güzel bir yerde toplandık. Bundan daha fantastik olanı ise, amacın "geyik" olmaması ve ortada "seviye" diye bir şeyin olması.
Şaka gibi ya da bu bi işaret*.
13.01.2009
A.R.O.G.
gönderen: Travis and Tyler Durden saat: 10:43 2 yorum
etiketler: a.r.o.g., sinema, travis and tyler durden, türk sineması, yerli film
8.01.2009
Berişgüzar Korel - Halit Eryadagenç
Binbir Gece diye fantastik bir dizi var bilen bilir. Ben de 1 sezon kadar takip ettim Ali Kemal karakteri için sldkfjdksflkj. Süper eğlenceliydi. Şimdi eski tadını vermediği için izlemiyorum. Bir kötü kadın, alkolik Bennu, ve Onur ile Şehrazat'ın cıvık aşkı üstüne kurulu olması izlememek için yeterli sebepler. Dizide Onur karakteri, Şehrazat Hanım ile 150.000$ karşılığında yatmıştı. Gerçek hayatta ise seviyeli bir birlikteliğe imza atmışlar. Deniyor ki "İnsan olduklarını unutuyoruz..." sdflkjsdflk yo ne münasebet. İnsana benziyorlar bence.
Gelgelelim bu Halit Ergenç denen gözleri belermiş arkadaş, evliydi gayet. Birkaç aylık taze eşini bir güzel aldatmış. Bergüzar Korel ise Tan Sağtürk'ü terk etmiş. O da aldatmış gibi bir şey yani. E n'apalım şimdi "onlar da insan" diye alkış mı tutalım? Yaptıkları ayıp. Bence insanlık ayıplarından biri. Söz veriyorsun nikah kıyarken, sadık olacağım falan diyorsun. İki ayda yutuyorsan o sözleri, ben seni niye seveyim? Madem bu kadar kolay kayacaktı gönlün, ne diye evlendin?
Şimdi bu kişiler, süper para kazanıp müthiş şöhret oldukları için hayatta her şey istedikleri gibi olacak sanıyorlar. Sürekli bir "Size ne!!!!!11" tavrı içindeler. Öyle bir şey yok. O kadar avam dizilerde oynarken, halka mal olmayı da göze alıyorsun demektir. Magazin olmadan bir hiçsin. Öyle sırf sen istemedin diye milletin susma zorunluluğu yok. Elalemin ağzı torba değil. Yemişler bir halt, kınanasıdır gayet. Yakalarına yapışıp "Git özür dile eşinden, pişmanım de. Bi' daha da yapma sakın." ya da "Tan çok seviyordu seni be, git barış." demiyoruz ya. Eşlerini/Sevgililerini aldatmayı bilmişler, "Aramızda bir şey yok." diye insanları da kandırmışlar; daha neyin tribindeler anlamak zor.
Üzgünüm ama tanrı olsanız bile hayatta her şey istediğiniz gibi gitmiyor. Cehennem yaratmak zorunda kalmış. Sizin cehenneminiz de magazin köşelerinde linç edilmek. Eh, bence müstahak.
gönderen: Emre A saat: 00:38 0 yorum
etiketler: binbir gece, dizi, kanal d, radioheadbanger, televizyon, yerli dizi
6.01.2009
Canım İlker Aksum
İlker Aksum'u sanırım birçoğumuz Çarli'deki Afakan rolüyle hatırlıyordur. O absürt dizide bile parlıyordu adam. Taylan Biraderler'den kurtulması iyi olmuş. Canım Ailem'de Halim rolü ile yine harika.
Her ne kadar Uğur Yücel'in yarısı yaşında gencecik bir insan olarak saçma şekilde karşımıza çıkmış olsa da; Şebnem Bozoklu gibi süper bir oyuncuyu daha keşfettik Canım Ailem'de. Dizi güzel. Şahane değil ama güzel. Türk dizilerinde böyle bir sorunsal var. Sittin senedir herhangi bir yaratıcı senaryo ortaya konmadığı için (belki de konuyordur da yapımcılar risk almıyordur, ya da başlarına geleceği biliyordur), Türk dizileri oyunculuklar ve müzikler üstüne kurulu oluyor. Eğer bir de sesler canlı alınıyorsa, tamamdır. Canım Ailem de böyle bir dizi. Uğur Yücel var; her ne kadar "dizi" deyince akla hala "Aksak" gelse de.
Şebnem Bozoklu var. Ozan Güven var. Ezgi Mola var. O ergen abi rolündeki çocuk dışında herkes süper hatta. Müzikler güzel, bizden. Dublaj da yok.
Demem odur ki; en az Şebnem Bozoklu kadar yüceltilmesi gereken birisi var, o da İlker Aksum. Şebnem neler yapar bir fikrimiz yok ama, İlker kendini binbir farklı rol ile kanıtladı. Terazisine tıklamanın zamanı geldi de geçiyor bence. Memeleri yok diye pas geçmeyelim adamı lütfen sdlfkjdlsksjfk.
gönderen: Emre A saat: 20:22 0 yorum
etiketler: atv, canım ailem, dizi, ilker aksum, radioheadbanger, televizyon, yerli dizi
2.01.2009
Dikkat Yemekteyiz: Ayı Çıkabilir, Kıl Düşebilir
İzlemeli gömmeli blog olayına girmişken, "Yemekteyiz" ile başlamamak olmazdı tabii ki.
Yemekteyiz de, BBG'den sonraki en başarılı reality show olarak, yine Show Tv ekranlarında dönüyor. Hatta bugün onlarca alternatifi olduğu halde, 2. BBG eviyle kapıştığını söyleyebilirim. Türü şaibeli aslında. Reality Show/Magazin olarak geçmesi daha mantıklı. Zira en az "Var mısın Yok musun?" kadar izleyen için anlamsız bir program. Üstüne "yarışma" deniyor. Hem de yemek yarışması. Seyirci ne tadabiliyor, ne koklayabiliyor, haliyle de ne görüşünü bildirebiliyor (sms oylaması falan), ne de doğru söyleyip söylemediklerini bilebiliyor. Sezercik gibi, lokantanın camına yapışmış aç misali televizyon camına yapışılıyor. Yemeklerden çok birbirlerini nasıl yedikleriyle ilgileniliyor. Metni bizimle birlikte o an izliyormuş gibi yazılan dış ses de "haftanın şıkları ve rüküşleri" ekolünden. Mutfağa gider gitmez bir çekiştirme başlıyor, dedikodu gırla. Üstelik "format bu" diye savunulabiliyor. Ben senelerdir bunu anlayamadım zaten. "Format bu" ne lan? Format yere bozuk para atsa eğilip alacak mısın? "Format bu abi" diye arkandan biri hallense, "format bu" mu diyeceksin? İşte tam da bu "legalleştirme" kabiliyeti televizyonu olağanüstü kılıyor.
Yemekteyiz'in formülü süper. 1 adet feminen homoseksüel, 1 adet gizli gerçek homoseksüel (Burt Lancaster, Rock Hudson, Morrissey gibi maço figürler) ya da arıza adam, 1 adet karta kaçmış menopoz teyze, 1 adet orta ayar kadın, 1 adet de gideri olan hatun. Hepsi kast. Zamanında bunu Asuman Dabak'ın "İtirazım Var" isimli saykedelik programında da görmüştük. "Ulan ne insanlar varmış be, şükür halimize" derken, kendisine gelen telefonlardan ivmelenen yüce RTÜK'ün dürtmesiyle programın kurmaca olduğunu belirtmişlerdi. Zaten bundan kısa süre sonra da ATV progamı bırakmak zorunda kalmıştı. Yani her reality show'un bir prodüksiyonu, kastı, senaryosu var. BBG dahil. Koyun gibi izlemiştik onu da. Seneler geçti üstünden, artık maymun gözünü açsın. Açsın ki, kurarken daha yaratıcı olsunlar. Daha çok masraf yapıp, daha kaliteli prodüksiyonlara imza atsınlar. "Ne versek onu izliyorlar" güvencesi çıksın akıllarından.
Yemekteyiz'de de; feminen homoseksüel kırılıp dururken Seda Sayan gibi/kadar dobra olmaya çalışıyor, karta kaçmış teyze erkeklerle iyi anlaşıp kadınları deli gibi kıskanıyor. Gideri olan hatunumuz "naalaaka yane" deme görevini üstlenirken, gizli gay maçomuz ortamı domine etmeye çalışıyor. Orta ayar kadın ise en işlevsizleri. Hep aynı terane. Görünüşte her hafta değişiyor yarışmacılar, ama değişen hiçbir şey yok. Aslında değişen hiçbir şey olmadığı için yarışmacılar her hafta değişiyor. Bunu fark etmeyelim diye yani. İllüzyonun en kralını yaratan bu ekrandan ekmeğini yer. Bunun en güzel örneği de Okan Bayülgen'dir. En doğru en samimi en düzgün o gibi gerçeğe en yakın illüzyonu yarattı ve hala buralarda bir yerlerde. O kadar başarılıydı ki bu konuda, "Televizyonda gördüğünüz hiçbir şeye inanmayın" dediği halde biz ona inanmaya devam ettik.
Biz bunları gerçek gibi izliyoruz. Ciddi ciddi tartışıyoruz, konuşuyoruz, vakit ayırıyoruz. Halbuki senaryo belli. Dizi gibi izleyeceksin bunu. Ama yok. Kaptırmayı seviyoruz. Sanırım bunun sebebi de toplumun entelektüelite seviyesinin düşüklüğü. Tatmin olabiliyor bu programdan. Dedikodu ona hitap ediyor, tanımadığı insanların ne yiyip içtiğini merak ediyor, kim kime laf sokacak, hangi tabaktan kıl yün çıkacak, kim ayılık yapacak bunlara bayılıyor. Birkaç bin liralık soğan cücüğü çapındaki prodüksiyondan milyon dolar kaldırılmasına zemin hazırlıyor. Ben de arada izliyorum. Çünkü kız arkadaşım izliyor. Kız kardeşim izliyor. Konuşuyorlar, ilgileniyorlar. Trip yapıp kapattırıyorum, iki dakika sonra yine açılmış oluyor. Ben de geçenlerde yarışmacılardan birinin evinde gördüğüm müthiş ankastre mutfağa imrenirken buldum kendimi. "N'oluyor lan" dedim silkelendim. Öyle zehirli pis işte bu kutu. Salak kutusu değil, salağa yatan kutu. Uzun süre bakınca etkisi altına almaya başlıyor.
Tüketim kültürüne hitap eden bu programlardan eğlence alıp kapamak mantıklı. Bu programın "Haydi Gel Bizimle Ol"da eleştirilmesinin bir önemi yok. O da bir televizyon programı, onun senaryosu da bu. Hatta İsmail YK'nın konuk olduğu bir televizyon programı.
Dediğim gibi, "Yemekteyiz" güldürüyorsa ne güzel. Hayat yeterince sıkıcı. Ama Hasan Bey'in kendisine değil de yaptığı yemeğe bakıyorsanız, pilav üstü kurufasulyeli sofraya oturunca kendinizi "Yemekteyiz"de hissediyorsanız, o kadar yakından izlemeyin. Bu program tamamen hayal ürünüdür ve özdeşleşmemeniz gereken karakterler içerir. Hayat yeterince sıkıcı dedik, daha da sıkıcı hale getirmemek elinizde. Arz ederim.
gönderen: Emre A saat: 22:52 0 yorum
etiketler: radioheadbanger, reality show, show tv, televizyon, yemekteyiz
Merhaba Çiçek, Merhaba Güneş, Merhaba Bulut Kardeş
Şu başlıktan sonra da "agresif" deyin de göreyim lan monitörlü dümbükler sdlkfjdsfkljk.
Vay anam vay, sonunda ortak blog da açtık. Hem de konulu. "Hayırlı olsun" diyeceğim ama çok kolpa olur sdlfkjsdlkfjlk. Sanmıyorum öyle olacağını. Benim gibi bir çatal dillinin olduğu yerden pek hayır gelmez. Çünkü ben daha çok, hayırların şerlerden doğduğuna inanan bir insanım (İşte anlamadan "agresif" diyorlar kalbimi kırıyorlar). O yüzden lafımı esirgemiyorum. Tabii bu, yeri geldiğinde Sezar'ın terazisine tıklayıp +rep'ini vereceğim gerçeğini değiştirmiyor.
Travis gerekeni yazmış. Ben de dibine kadar öznel yazacağımızı ekleyebilirim. Eleştirilerimiz sohbet içinde de pek sıradan olmadığından, takip etmesi keyifli bir blog olacağını umuyorum. Medyaya bir çivi çakabilirsek ne mutlu. Duvarlarının camdan olması bizim sorunumuz değil.
Ve burası bir başlangıç. Yüksel Aytuğ televizyonunu camdan aşağı atana, Güneri Civaoğlu Şeffaf Oda'dan denize atlayana, Yorum Farkı'nı travis'le ben sunmaya başlayana kadar devam!
This Is Travis And Tyler Durden And Radioheadbanger Speaking! Good Morning Medyaaaa!!!!
Merhaba dörtgözler!! Ya da uzağı göremeyenler mi deseydim? Ya da yakını göremeyenler mi deseydim? Ya da direkt körler mi deseydim? Ya ne deseydim amına koyim! Lan olm ne izlediğinizi anlıyorsunuz ne de ne izleyeceğinizi anlıyorsunuz. Önünüze ne gelirse izliyorsunuz! Önünüze ne gelirse okuyorsunuz! Önünüze ne gelirse şaplak çalıyorsunuz! Medya bile afalladı sizin yüzünüzden ve sırf bu yüzden sevgili agresif arkadaşım radioheadbanger ile bundan kelli medya üzerine yazılar yazarak sizleri doğru yola sevk etmeye çalışacağız bu sikindirik blogda. Yazılarımız bazen onur kırıcı bazen de karaktere saldırmak şeklinde tezahür edecek. Ama en nihayetinde amacımız siz sevgili medya duayenleri ve medya bağımlılarıyla bir dostluk, sevgi ve dönence köprüsü kurmaktır. Düşünsel arenada platform kurup üzerlerinize fire ball'lar atacağız! Atacağız ki çıksın bu karanlıklar aydınlığa! Bazen de yanınıza uzanıp bir huzurlu kedi gibi mırlıcaz çıtır çıtır yanan sobanın yamacında. Şu halde hoş bulduk. Ver bakim o kumanda aletini. Ver lan!!!