Aksaklıklara ve imkansızlıklara rağmen çektiğimiz ilk kısa filmimi paylaşabiliriz sanırım bilogumuzdan.
İyi seyirler.
25.07.2009
Kim O Musun?
gönderen: Emre A saat: 20:40 29 yorum
etiketler: kısa film, meyve sinekleri, radioheadbanger
21.07.2009
Gökhan Özentilik LTD. ŞTİ.
Star'ın yeni yaz bombası yarışması Süperstar Aile. Yarışmacılar arasında baba-kız da var, kuzenler de var. Otobüste göt göte değmeniz yetiyor yarışmacı olabilmek için. Şimdi çok şaşıracaksınız sıkı durun: Şarkı söylüyorlar!!!!!11 Meltem Cumbul sunuyor, sunumunu zayıf buluyorum ama bacakları güzel. Kendini ispat etmiş, boş zamanlarında hobi olarak Londra'da yaşayan kültürlü ve görgülü birisi kendisi. İlk hafta babasıyla şarkı söyleyip babası üstünden prim yaptı. Her hafta etek giydirildiğini de fark edebilecek seviyede bir zekaya sahip olduğundan eminim. Böyle bir prodüksiyonda niye böyle seksi unsur olarak konu mankeni olmayı kabul ediyor bilmiyorum. Ajda Pekkan hakkında bir şeyler yazmıştım fikirlerimi biliyorsunuz; Saba Tümer de çok şanslı bir kadın, yorum yapmayacağım, onu daha sonra tek başına ele almayı düşünüyorum. Kazanılan para giderleri karşılamıyor mu nedir? Yapmayın etmeyin rica edeceğim, benim içim acıyor. Neyse, bu yazının sebebi Gökhan Özen. Jüri olarak izliyorum da kendisini, oturuşu falan değişmiş, belinin üstünde oturuyor, tam bi otorite gibi millete ne yapıp ne yapmamaları gerektiğini söylüyor. Firmware güncellemesi yapmışlar sanırım sdlkfjsdflk.
Sevgili Jüri Üyeleri,
Sizler, akademik olmayan, sanatsal kaygı taşımayan, yarışmacılardan hiçbirinin başarını umursamayan, geleceklerini zerre sallamayan, "en çok reklam = en güzel program" mantığıyla yapılan prodüksiyonun seçtiği, prodüktörün seçtiği, parası olan adamın ne kadar para koktuğunuza bakıp seçtiği sıradan bireylersiniz. Herbiriniz bir izleyici kitlesine hitap ediyorsunuz.
Parası olan adamın sizi o koltuklara oturtmuş olması, sizi Berklee mezunu yapmamaktadır. Otorite yapmamaktadır.
Arz ederim.
gönderen: Emre A saat: 00:15 9 yorum
etiketler: ajda pekkan, gökhan özen, meltem cumbul, radioheadbanger, saba tümer, star, süperstar aile, televizyon, yarışma
3.06.2009
Terminator: Salavat Getir Pezemenk
Öncelikle bana bu kalbi kadar temiz filmi özel gösterimde -üstelik ücretsiz- izleme şansını sunan Ekşi Sözlük (İlk defa bi işe yaradı demek istiyorum delicesine.) ve MARS Entertainment Group'a teşekkür ediyorum. Şarap içmek ve antraktsız izlemek ayrı güzeldi.
Aşağıdaki yazı spoiler içeriyor haliyle. O yüzden okumayacaksan, filme git. Paranın boşa gittiğini hissetmeyeceksin. Hissedersen de senin "sinema" algına sokayım ben sdlfkjsdlk.
Filme gelirsek, yönetmenlik açısından çok hasta sahneleri vardı. O giriş sahnesi, özellikle John Connor'ın helikopter düşüş sahnesi, sinema tarihinde denenmemiş bir boktu sanırsam. Bunun gibi çok sağlam başka sahneler de var ama hepsini anlatıp piç etmeyeyim. McG gibi buna en yakın yönetmenlik denemesi "Charlie's Angels: Full Throttle" olan bi mal için genel olarak iyi bir film çıkmış. Tartışmasız derecede vasat üstü. Yönetmenliğini sevdim, çıkar onu bebeğim, hadi gel bize gidelim sdlfjsdflk. Vermiş coşkuyu vermiş coşkuyu. Hollywood klişelerini elinden geldiğince törpülemiş. Patlattıkça patlatmış. Gerçi bakış açısına göre ciddi bir sorun da söz konusu olabilir. Zira bir John Connor filminden çok Marcus Wright filmi olmuş gibi. Önüne geçmiş. Yani filmi iyi ama böyle de bir durum var.
Christian Bale yine şahaneydi. Bana benziyor tam bi badass! Tek kusuru burnunun sağ gözüne yakın olan kısmındaki et beni bence. Onu aldırsa kral adam. Hayvan gibi perdede büyüyünce Christian Bale oluyor sana İzzet Altınmeşe. Döktürmüş diyebilirim ama, kolpa sahnesi yok. Kaç para aldıysa hakkını vermiş. Bu filmde John Connor'ın nasıl bir karakteri olduğunu, bulunduğu yere nasıl geldiğini anlatmışlar. Sıradaki filmlerde, tanıdığımız ve artık merkezdeki John Connor'ın faaliyetlerini izleyebiliriz bence. Diğer oyuncular da iyi gayet. Sıçan yok. Hıncal gibi tek tek övmeyeyim. Yalnız Bryce Dallas Howard her geçen gün daha da taşlaşıyor galiba.
Tabii filmin goygoy kısmı da çok. Gönülden bağlıyız diye seviyoruz, yoksa çok batar. Senaryonun zeka seviyesini düşük tutmuşlar epey. O yüzden biraz moron gibi ilerliyor ama göz dolduran sahneleri ile bunu örtüyor. Misal sinyal geyiğini yemeleri çok saçmaydı. Ben duyunca "Hadi len ordan..." dedim ama onlar yedi. Mıknatıslı mayınlar müthiş fikir fakat. Sırf onlarla aslında bütün şehirleri kurtarabilirler. Bence yanlarında taşımalılar 20 kiloluk silahlar yerine. Mıknatıs olayı üzerinde dursunlar yani. T3'te görmüştük ama aktif olarak kullanmak gelmemişti aklıma. Yalnız Marcus Wright'ın Skynet kontrol çipini çıkarma olayı, Kyle Reese'in yerini bulurken ağ bağlantısının kesilmemesi falan çok tıraştı. Olmayacak işler bunlar. Yüzdü lan adam sdlkfjsdlkfjs batmadı o metal yığını. Ne diyeyim daha. Bu arada "Terminator: The Sarah Connor Chronicles"tan hatırlayacağınız şu özel mermilerden de kullanmıyorlardı nedense. Skynet'in tank üretmeme sebebini anlamak da güç. Ya da düzenli orduya geçmeme sebebini. Ki savunma amaçlı tasarlanmış bir yapay zekadan bahsediyoruz. John Connor'ı kıstırmış içeri, hala 1 tane T-800 gönderiyor yok etsin diye. "Bak bakim beğencen mi. Yeni bu ben yaptım hehehe..." der gibi. Hani bırak birkaç terminator göndermeyi, John Connor orada, o bloğu olduğu gibi havaya uçurması gerekirdi. Kaybedeceği birkaç tenekenin hesabını yapacak değil ya? Yapıyor demek ki. Havaya uçurmayı geçtim, alıyor o duvara fırlatıyor tutuyor buraya atıyor. Yahu kırsana kafatasını beynini çıkarsana? Yok. Oynıcak illa. Direnişçilerin o helikopterleri uçakları mühimmatı nerede ürettiğini de ben ayrıca merak ediyorum. Yani böyle devam etsek sabaha kadar abuk sabuk bin tane şey buluruz. Her şeyi bi kenara bıraksan, en değerli adam John Connor, bok yedi başı gibi her bokta en önde gidiyor. Moto-Terminator'lar çok güzeldi.
"Metal"e doyduğumuz bi film bu lafın özeti. Terminator sevmeyenler/bilmeyenler zaten ilgilenmeyecektir. Fanatiklerse "T3'e bile gitmiş adamım lan ben..." deyip gideceklerdir. Hem T seven hem de sinemada izleyip izlememe konusunda kararsız olan varsa, "Git izle mutlaka olm." diyorum sadece. Metal evladı olan gider izler.
Üçlemelerin hep ikinci filminin müthiş olduğuna inanan bi kişiyim, onu bekliyorum artık.
gönderen: Emre A saat: 02:01 21 yorum
etiketler: christian bale, radioheadbanger, sinema, terminator salvation, terminator the sarah connor chronicles, yabancı film
23.05.2009
Merhaba Merhaba Ajda Pekkan
Henüz 63 yaşında. Eet henüz. Yani "oha hala genç!!!!1" demek için erken bence. Ben bildim bileli Ajda Pekkan'ın ne kadar genç olduğundan bahsediliyor. En iyi ihtimalle 10 sene evveli olsa 50 yaşında demektir. Çok yaşlı değil. Aynı şekilde "Ajda Pekkan filtresi" muhabbeti de bir o kadar eski? Hem kadın acayip zengin. Biz cd çalar nedir bilmezken kendisinin uzaktan kumandalı panjurları vardı. Sağlıklı beslenmesi ve formda kalması için yeterli miktarda parası vardı. Eli acaba en son ne zaman soğuk suya girmiş ya da "oha faturaya bak" demiş? Doğal yani neden yaşlansın ki. Medya da zerre yıpratmış değil. Bunlara rağmen zaten sayısını kimsenin bilmediği sayıda estetik operasyon geçirmiş biri. "mimik yapmıcammmm" diye de ölüyor hala. Ayakta zor duruyor. Kafa hep o tuhaf açıda. O donmuş balık bakışlarından yemin ediyorum ki korkuyorum. Aniden Thriller dansı yapmaya başlayacakmış gibi.
Parayı pulu rahatı geç gözüm yok süper loto tuttursam bile panjurlarımı kendim açıp kapamak isterim ama bu kadar estetik geçirmiş kendine obsesif derecede bakmış (gerontofobisi olduğunu düşünüyorum) birinin olduğundan genç gözükmesi son derece normal geliyor bana. Neyini takdir edeyim? Senin benim gibi olsun ama genç gözüksün, o zaman gitsin Tolga Gariboğlu Richard Alpert Hakan Peker üçlüsüne dördüncü olsun okey oynasınlar ama bu şartlarda bir esprisi yok. Dün konuşmalarını dinledim Beyaz Show'da. Yıl 2009 hala "auuu çocuklağr lütfeğn yapmağın" falan. Ajda Pekkan'ın "süperstarlık" müessesini reddederken şarkıcılık hayatının başındaymış gibi sarf ettiği sözleri mütevaziliğine değil, kendini 18 yaşında sanıp sonsuz dek yaşayacağını düşünmesine ve ilgisiz yaşayamayacak bir yapıda olmasına bağlıyorum.
Ajda Pekkan'ın şarkıcılığına gelirsek onda da aslında çok iç açıcı bir durum yok. Tanrı üretme yetisi de vermemiş bildiğim kadarıyla, arkadaşlarından aldığı şarkılarla yorumcu olarak devam ediyor sanat hayatına. Kendini geliştirebildiğini düşünmüyorum. Hep aynı vasat, risksiz/ruhsuz yorum anlayışı. Yine dün fark ettim ki artık güzel sesi de çıkmakta zorlanıyor, nefesi yetişmiyor.
Bir şarkıcıyı muhtelif sebeplerden çok sevmek onu "süperstar" yapmaz.
Ajda Pekkan bence abartıldığı kadar süper değil.
gönderen: Emre A saat: 11:33 12 yorum
etiketler: ajda pekkan, hype up, müzik, radioheadbanger
19.05.2009
Michael Jackson'ın BİM'de Satılanı: Justin Timberlake
Bugün annemlerle oturuyordum. Ferhat Güzel'in Begüm'ünü dinletecekken "Gerçi orijinalini bilmedikten sonra bir anlamı olmaz." dedim. Kardeşim "Biliyor." dedi. "Ha izledin mi?" dedim anneme, "Ohoo eski şarkı o." dedi koydu çocuğu sdlkfjdkslfjlk. Kadın, Frankie Valli söylediği zamandan biliyormuş meğer. Nostalji geyiğine bulaşınca Youtube'da sekmeye başladık. Sammy Davis Jr, Sacha Distel, Vicky Leandros derken Jackson 5'a geldik. Oradan Michael Jackson'a. Tüylerim tiken tiken oldu hemen. Negzel bi adam allam. Sen ben yapsak "Gerizekalıya bak ahah" dedirtecek hareketlerle kral olmuş bir adam. İzleyebilin diye Dailymotion linkini buldum.
Bir MJ daha gelmez, bu konuda herkes hemfikir sanırım. Ancak yanına yaklaşabilirler. Çünkü teknoloji ve şov dünyası ne kadar ilerlerse ilerlesin, sıfırdan yaratılacak şeylerin çok azaldığına, keşfinin zor olduğuna inanıyorum. Yarısını MJ icat ettiği için yaş o iş. Ancak başarılı bir yansıması var. O da JT. Yani Justin Timberlake. O dandik boyband'den kendini sıyırdıktan sonra geliştikçe gelişti. Timbaland'in prodüktörlüğünde, farklı olmanın pek mümkün olmadığı janrında kendi sound'unu oluşturmaya başladı. Cesurca yaratmaya devam ederse; gönüllerin kralı değil, popun yeni prensi de olabilir.
İmaj yerinde, danslar iyi, tip iyi, yorum iyi, müzik iyi. İnsanın tüylerini diken diken ediyor. On numara popçu. Oyunculuğu da iyi. Şimdi değil belki ama yarının MJ'ı olabilir. Kendini böyle geliştirmeye devam ederse MJ'ın eksik yanını da kapayabilir:
Yani/Çünkü tam bir piç sldkfjsldkfjlk. Tükürdüğünü yalamayı sevmeyen insanlardansanız, Justin Timberlake'i aşağılayasınız geldiğinde 1-2 dakika düşünme payı verin kendinize. Eleman harbi iyi.
Tarkan'a da megastar diyorlar ya sdlkfjsdfk neyse seviyeyi düşürmeyeyim giderayak.
gönderen: Emre A saat: 00:57 7 yorum
etiketler: justin timberlake, michael jackson, müzik, parodi, radioheadbanger
1.05.2009
İsminizde Emrettiğiniz Üzre Özeniyorum Efendim
sinema sırtını teknolojiye yaslayalı çok zaman oldu. artık kanıksadık birçok teknolojik atraksiyonu bu sanat dalında. hatta teknolojiden yeterince faydalanmayan filmlere burun bile kıvırıyoruz.
teknolojiden sinemanın her zerresi nasibini alıyor elbette. misal ben sinemada fragman izlemeyi sevenlerdenim. fragmanlarda da teknolojik atraksiyonlardan yanayımdır her zaman. ve elbette film şirketlerinin introları. sanırım son dönemlerde animasyon teknolojisinden en çok nasiplenen kısım bu. öyle delikten kafasını uzatıp kükreyen aslan dönemleri geride kaldı gibi. bu konuda çok iyi işler çıkarıyor amerikan sineması. üstelik, filme göre introlar da yapılıyor. stabil değiller şirketler bu konuda. aklıma ilk gelen benjamin button'ın hikayesi'ndeki warner bros introsu mesela. ben beğenmiştim. güzel bir fikirdi. peki ya türkler? işte orada aklıma bir tek şirket ismi geliyor: özen film! izleyin:
abi naptınız siz yaa?! bu nedir allahaşkına, bu nedir arkadaş?! 2009 yılında, bu görüntünün, bu ses kalitesinin mantıklı bir izahını yapabilecek tek bir kişi var mı o kurumda? 1930'larda yapılan çizgi filmlerde bile kalite bundan yüksek be arkadaş! ne zaman sinemada bu introya denk gelsem, afakanlar basıyor beni! ya verin ortaokula giden bir çocuğa bu görevi, bundan üç gimlek üstün bir flash animasyon yapmazsa ben bu lafların hepsini yerim!
bu vesileyle, fida film'e de bu konuya özen gösterdiklerinden dolayı, bir sinema sever olarak teşekkürlerimi iletirim.
gönderen: kaba şimşek saat: 16:17 2 yorum
etiketler: fida film, kaba şimşek, özen film
27.04.2009
Güzel Ne Güzel Olmuşsun Dövülmeyi Dövülmeyi
aaah ah nerde o eski yarışmalar? ailecek dizilirdik televizyonun karşısına, herkes tahminde bulunurdu o seçilecek, bu seçilecek diye, bir yandan meyveler yenir, bir yandan çaylar içilirdi. aile büyükleri lafı bir şekilde hülya'nın el koyulan tacına getirir, onun adına üzülürdü. babayla dayı jüridekilerin ne kadar şanslı olduklarından dem vurur; hıncal üzerine espriler yapardı. mayolu geçiş esnasında, karılarının gazabından korkar çıt çıkarmazlardı. o esnada evin ergeninin ne hikmetse çişi gelir, tuvalette bir müddet takılırdı.
şaka la olmazdı böyle şeyler. başlarım nostaljisine, bunun da nostaljisini yapacaksak ohoooo. ha ama derseniz, "ses dergisinin yarışması ne biçimdi ama yaa" diye, o zaman travis'e başvurun derim. ancak onun yaşı kurtarır o mevzuuyu lsdkfjlsdfjs.
mevzu şu aslında, geçen gece yatmadan evvel zap yaparken bir kızceyize denk geldim. tam ben o kanala geldiğimde, perküsyon çalıyorum dedi kızceyizimiz ve hemen arkasında duran tumbanın başına geçti. böyle yeşillik bir ortam burası. arkadan bir müzik verdiler ve kızceyizimiz başladı tumbanın sol tarafını dövmeye. ben de öyle yarı uyur bir halde bekliyorum ki bir atak yapsın, ne bileyim en azından tumbanın sağ tarafına da biraz meyletsin falan ama nerdeee. hanfendi, "tok toko tok toko tok toko" diye bir ritm tutturmuş, ki onu bile tutturamıyor, biteviye dövdü tumbanın sol yanını (sol yanım yoruldu anam sağ yana yaslan). o an gözüm kanal logosuna gitti gayri ihtiyari ve kanalın kral tv olduğunu gördüm. dedim heralde bir yetenek yarışması mı, bir ne bu?! o ara hanfendi hala o mittiş ritmi devam ettiriyor. bir iki üç dakika tumabının sol yanını dövüp, artık o sol yandan ona karşı bir atak gelemeyeceğine hükmettikten sonra, sağ yana da girişti. böyle bir sol yan, bir sağ yan, üç sol yan falan, dövdü durdu zavallı tumbayı. ben de sabırla bekledim olay nereye varacak diye. meğer bu hanfendi bir türkiye güzeli adayı değil miymiş a dostlar (aaaaa!). yaaa.
bacım sen ne yapıyorsun? sana kim dedi biz güzelin davulcu olanından hoşlanırız diye? hayır, bu tumba dediğin şey matah bir şey olsa, zamanında cem özer çalmazdı. sen sallasana orada dünya barışı, savaşlar dursun, sihirli değnekle hamur açmak falan diye?! ne işin var tumbayla, tulumbayla senin?! üşenmeyin bulun o görüntüyü arkadaş. ya da ne bileyim bekleyin kral tv karşısında elbet denk gelirsiniz. sinirlerinizi sınamak için bundan daha büyük fırsat bulamazsınız.
videoyu bulamadım ama kızceyizimizi buldum. aha burda!
gönderen: kaba şimşek saat: 21:00 5 yorum
etiketler: kaba şimşek, miss turkey 2009, seda tosun, tumba
21.04.2009
Her Eve Lazım Değil
Yolu gündüz televizyondan geçmiş herkes en az bir kez "Her Eve Lazm" ile karşılaşmıştır. Gitti Gidiyor'da çok daha kalitelileri yarı fiyatına kolaylıkla bulunabilecek abuk sabuk 3. sınıf Tayland Çin Kore mallarını %300 karla kaktırmaya çalışıyorlar. Zinbo 1600 Watt Süper Penis Büyütücü, Pollyanna Pozitif Yaşam Seti, Orrayt Çift Hatlı Kendiliğinden Çaldırıp Kapama Fonksiyonlu Cep Telefonu, Bitanebilekılkalmadı Epilasyon Seti, Axxo Rip'i Divx'i Full HD Kalitesinde Gösteren Mokoko Divx Player vs. şeklinde ürünler. Sahrap Soysal ve Ziya Kürküt sunuyorlar.
Ziya Kürküt'ü seviyoruz, itiraf edelim. Sevilmeyecek bir adam değil. Eğlenceli, samimi, geyik. Sahrap Soysal ise, yaşlanmış Esra Ceyhan halleriyle, bu blog yazısının konusu maalesef ki.
Belli ki bir kimya yaratmaya çalışmışlar. Kah Sahrap Hanım'n kafası teknolojiye basmadığı zaman devreye girsin, kah erkekleri de ilgilendiren ürünleri tanıtsın diye Ziya Bey programa monte edilmiş, neşe katıyor. Sahrap Hanım da ağırlıklı olarak kadınlara ürünler sunan bu satış programında bilgilendirici teyze rolünde. Ve fakat o ne samimiyetsizliktir yüce rabbim.
Reklam böyle bir şeydir, tamam. Ürünü pompalarsın, olayı odur, eyvallah. Reklamın özünün objektif ve samimi olmadığı bir gerçektir. Ama Sahrap Hanım'ın yaptığı şeyin adı "reklam" değil bence. "Söylediğin en iyi yalan, inandığın yalandır." sözünü doğrularcasına paralıyor kendini ekranda. Kameranın içine baka baka, "Süper bir şey bu ya!", "Sence de mükemmel değil mi Ziya?", "İnanamıyorum, bu ufacık alet mi yapıyor bunu??? 3 yıl mı gidiyor şarjı? İnanamıyorum Ziya!!!" gibi birbirinden beter hallere bürünüyor. Ziya Kürküt de "Tabii tabii, müthiş bir şey her eve lazım. Uzaya göndersen atmosferden geçecek kadar sağlam biliyor musun?" falan diyor. Ciddiyetten eser yok adamda, geyik arasında ürünü pompalıyor. Dediklerinin ne kadar ve daha önemlisi hangi cinsten ciddiye alınacağını gayet dürüstçe kodluyor, gerek tonlamasıyla, gerek vücut diliyle. Sahrap Hanım'sa gerçekten gerizekalı olabileceğimizi düşünüyor (ki iki üç senedir bu programın olması, kanalın açık olması binlerce gerizekalı olduğunu gösteriyor.) ve buna gönülden inanıyor. O an o iş reklam olmaktan çıkıyor; insanların gözünün içine baka baka yalan söyleme moduna geçiyor. Sahrap Hanım da iticiliğin dibine vuruyor. Resmen iç kaldırıyor.
Keşke birileri bu kadar ciddiye almasa da maaşının verileceğini kendisine söylese.
gönderen: Emre A saat: 14:39 8 yorum
etiketler: her eve lazım, kanal d, radioheadbanger, reklam, sahrap soysal, televizyon, ziya kürküt
11.04.2009
Tiyatrocu Olmanın Getirdiği Dokunulmazlık
Yurdum entelektüel algısının en elit hezeyanıdır bu. Kendimi bildim bileli böyledir bu. Tiyatrocu olunca üstün bir insan olunuyor bu memlekette. Ki bizim tiyatrocuların çok şişirildiğini düşünüyorum. O iğrenç komedilerde vasat dramlarda aynı mimiklerle aynı jestlerle 23923 yıl devirmiş insanlara "duayen" deniliyor. Birbirinden kötü yazılmış oyunlarda oynuyorlar. Fakat süper kahraman gibi anıldıklarından içine girdikleri işin müthiş'e öykünmemesi ciddiye alınmaması imkansız.
Mahsun Kırmızıgül senarist/yönetmen oldu bu ülkede sldfkj. Kimse "hadi len" diyemiyor çünkü ağır tiyatrocular oynuyor filmlerinde. Direkt bir saygı çizgisi oluşuyor. Kimse o tiyatroculara "Mahsun kim arkadaş ya, ne işiniz var filminde ne alaka? Sanata n'oldu paraya mı sattınız?" demiyor diyemiyor. Çünkü bu tiyatrocular sanat aşığı sanat için hayatını vermiş sanattan maddi hiçbir şey kazanamamış zavallı ama onurlu müthiş insanlar olarak biliniyorlar. Ama parayı bastın mı oynamayacakları dizi, oynamayacakları reklam, oynamayacakları film yoktur. Erkan Can gibi özellikle neslimiz tarafından "büyük tiyatrocu" olarak anılan (ki neslimizin kendisinin tiyatro oyunlarına yetiştiğini hiç sanmıyorum, bu seneki "Sürmanşet" oyunundan önce 10 yıl tiyatroya uğramamış) adamı "Mahallenin Muhtarları"nda omzunda maymunla tanıdık yahu hahahah. Senelerce "Uyyy babacuğum" dedi. "Adamın götünden kan alırlar Kamil." deyince kral olabiliyor. Bu konuya da derinlemesine gireceğim sonraki yazılarımdan birinde.
Altan Erkekli? Mütemadiyen tiyatro tiyatro sanat sanat diye dolaşan bir oyuncu. Süper de bir oyuncu. Ses kullanımı mimik kullanımı inanılmaz seviyede. De, bu nedir abi ya:
Bu mudur şimdi?
gönderen: Emre A saat: 14:26 19 yorum
etiketler: radioheadbanger, tiyatro, tiyatro oyuncusu
17.03.2009
Korkmaya Hazır Olun!
türk sineması adına yeni ve umut verici bir gelişmeyi duyurmaktan kıvanç duyarım. yerli paris hiltonumuz (google'da görsel aratın anlayın olayın ciddiyetini. "ilgili aramalar: paris hilton" yazıyor google bile), ablasının bir tanecik kardeşi helin avşar bir korku filmiyle karşımıza çıkacakmış pek yakında.
buradan yırtınız
efendim filmimizin adı metro ve konusu da, her durakta ayrı bir dehşet yaşayan bir kadının maceralarıymış. sanırım yapımcılar, ünü yedi düvele yayılmış istanbul metrosunun haşmetini göz önüne almış, "lan tam izleyenler korkacağı sırada biter bu film, altı üstü kaç durak var oğlum :(" diye düşünmüş olacaklar ki, bizleri doğal haliyle korkutacak helin hanımı seçmişler bu rol için. ben çok zekice buldum bu davranışı.
gerektiğinde nasıl levent kırcalaştığımı da kanıtlamış oldum sanırım böylece.
gönderen: kaba şimşek saat: 10:40 17 yorum
etiketler: helin avşar, kaba şimşek, korku filmi, metro, türk sineması, yerli film
20.02.2009
Fornication Under Control of the King
az önce sevgili databeyzimiz imdb'den bakıp öğrendiğim kadarıyla, kişisel tarihimde tek başıma sinemaya gidişim 1988 yılına denk geliyormuş. hayır, elbette ki imdb'de kaba şimşek'in ilk kez sinemaya gittiği tarih diye bir şey yok. gittiğim filmin vizyona girdiği tarihe baktım. ama bana bunları açıklatmayın artık!! söylediklerimi birgün de bi kere de anlayın yahu!!! neyse işte, kişisel sinema tarihimde gittiğim ilk gerçek film rambo 3. hani rambo'nun hepimizi cihata çağırdığı film. yani orjinal dilinden dinleyip, yetişebildiğim kadar altyazısını okuyup, anlamaya çalıştığım bir film bu. neyse ki rambo pek konuşmayı sevmezdi; benim de altyazı peşinden koşma derdim olmamıştı. gerçek filmlere, kendi kendime gidişimin startını verdiğim bu filmden sonra hayatım bir müddet "74", "renk" ve "incirli" ekseninde geçti. bunlar benim evime en yakın sinemalardı. başka sinemalar da vardı evime yakın olan ama onlar daha spesifik konularda filmler oynatıyorlardı. çeşitlilik yoktu.
ilk o film esnasında mı şahit olmuştum tam hatırlamıyorum ama, o zamanlar fark ettim ülkemizdeki "küfüre duyarlı sikkafalı altyazı polisleri"ni. böyle bir güruh var. ne zaman ki filmde "fak" duyuyor, efendim "biç" duyuyor, hemen altyazıdan kontrolünü yapıp, "aha bak kahretsin yazdı ekiki kokuku" diye kafa ütülüyor. elbette ingilizceyi ilk öğrendiğimiz zamanlar biz de yaptık bunu. özellikle de köyden gelen kuzenlerime bunu yapmadığımı düşünmüyorsunuz heralde?! o zamanlar, o küçük beynimle bunun bir zeka, bir bilgi gösterisi olduğunu düşünüp şovumu yaptım. yaptım ama tadında da bıraktım lan! oysa ne acıdır ki hala görüyorum eşek kadar adamlar bu muhabbeti yaparak bir halt ettiğini zannediyor. hele cnbc-e ile birlikte hayatımıza iyice yerleşen, "orjinal dilinden film izlemek bir kültür göstergesidir" fikri bu işi daha dayanılmaz hale getirdi. acı çekiyorum ulan :((
ben bu arkadaşları anlamaya çalışıyorum ama olmuyor. diyelim ki bu ufacık bilgi kırıntısı ile bana ne kadar çok ingilizce bildiğini ispatlamaya çalışmıyor bu arkadaş. peki o zaman ne yapıyor? komiklik mi? anarşistliğini, kurallara isyanını, sansürün sanata vurulan bir darbe olduğunu mu anlatmaya çalışıyor? n'apıyor bu adam?! biri bana yardım etsin lütfen. anlamak istiyorum ben bu arkadaşları. üstelik sen nasıl hayatında "hay amına koyayım!" lafını "kahretsin" anlamında kullanıyorsan; o amerikalı da "fak" dediğinde gerçekten kahretsin demek istiyor lan bazen!!! sırf bu yüzden sinemaya gitmeyi bıraktım ben. çünkü şu muhabbete dayanamıyorum artık:
- bak fak dedi ama kahretsin yazdı altta ehe ehe
- hı?
- fak dedi, fak. yani sikmek demek. ama altyazıda kahretsin yazdı ehe ehe. çok komik yaaa bu yüzyılda hala böyle olması filan ehe ehe.
ya aslında sinemaya gitmeyi bırakmamın sebebi divx teknolojisiydi, yalan söyledim :(
gönderen: kaba şimşek saat: 14:27 16 yorum
etiketler: albay trautman, altyazı, imdb, john rambo, kaba şimşek, rambo, sinema
5.02.2009
Gettolarda Bile Mohikan Var Olm
Bu rapstar’ın derbisi,
Ve de hiç kan akıtmaz mermisi,
Beni görebilecek misin abisi?
Ceza’dan bir dörtlük ile açmak istedim bu uzun olacak yazımı. Okumaktan şu an cayabilirsin. Valla bak. Sırf uzun olacağından değil, kişisel de bir yazı olacak. Dünya’yı kurtarmayacağım bu sefer. Bu konuda lütfen rahat ol, biliyorsun ki hayatta sormam “Okudun mu?” gibi sorular hahah. Ben derim “Red”, sen de “Yo”, Red! - Yo!, Red! - Yo! sflkjsdklfsdjklfsdjflk bilogumuz fevkalade ciddi ama dayanamadım güldüm artık üzgünüm süzgünüm biçare ve de düzgünüm a ha sağdan sola eller havaya , Travis ve Tyler ve Kaba Ve de Şimşek, eller havaya!!!!!!1 AYo bilog! Vi gon’ pağrti layk işşşo börfdey! Eet konumuz Rapstar!
Bırak açıklayayım bebeğim… Müzik benim için fantastik bir şeydir. Özel değildir aslında. Çözemediğim her şey kadar sıradandır. Çözemediğim için mutlu olduğum şeylerden biridir. Kıçı kırık bir nota dizisini ruhumun nasıl duyduğunu çözersem intihar etmem gerekir. Hayat son kalesini de yitirmiş olur. Ölmemi istemeyiz.
İlk kasedim Mustafa Topaloğlu, Oy Oy Emine. Hastasıydım. Takıp hem söyler, hem oynardım. Gülme sakın, “Mustafa Topaloğlu“ dediğin adam, şu yeryüzünde aynı dili konuştuğun tek Dada’dır. Ardından Michael Jackson geldi. Belki de bütün ciddi müzik tutkumun sebebi O’dur. Hala Michael Jackson ayarında bir şey dinlemiş değilim. Yerli ve Yabancı Pop ile büyürken, Nirvana sayesinde Grunge diye bir şeyin olduğunu öğrendik. Aramızdaki dinozorlara cıvık gelebilir ama, 83’lüyüm ben. Cobain demek ortaokul demek bizim için, “Pompalıyla intihar eden adam!” demek, kızların senden hoşlanması için olman gereken tip demek. Rock ile tanışmak, sonra Slayer’a kadar gidecek bir yola düşmek demek. IDM’e ulaşana kadar hatrı sayılır Techno, Drum’n Bass, Big Beat deneyimim de oldu tabii ki hahah. Eminim’e kayıtsız kalmanın mümkün olmadığı dönemlerde ona da kulak kabarttım. Rap ile Hip Hop arasındaki farkı öğrendim; uzaktan hepsi aynı geliyordu çünkü. Hala metal ile elektronika arasında ama Radiohead algısında “müzik”i çok seviyorum. Sadece dinleyebildiğim her boku aynı zamanda yemeye de çalışmıyorum artık. Bu çok rahat “kendimi bildim bileli” diyebileceğim süreçte, bir Rap’e sarmadım arkadaş. Hep uzaktan baktım. Bütün olayım Run DMC fanatikliğimle sınırlıdır yani. Yine de şu an Amerika mainstream piyasası ve Türkçe Rap underground arenası üzerine epey bir bilgiye sahibim. Çünkü benden 6 yaş küçük bir kardeşim var! Sadece ama sadece bir oda öteden Killa Hakan dinlediğim halde hala hayatta olduğum için çok şanslıyım.
Ceza’nın Rapstar’ına bir giriş yapıp geçmek lazım: Bu rap’çilerde bir “diss” olayı var, olay orada kopuyor. Diss dediğim işte birbirlerine laf atıyorlar. Yok seni mat ederim üstüne şahı çeyizine veririm, yok senin yaptığın rap atlı karoçaya biner (fena olmadı ha?) falan filan, sidik yarıştırmanın rap’çesine “diss” deniyor. Şu sıralar en büyük kitleler Ceza’cılar ve Sagopa’cılar. Sagopa Kajmer sevenler “Ceza sen git lolipop yala!!!11 Nerden geldiğini unutma!!!1 Underground değilsin!!!1” diyorlar (Ceza Rocco reklamında oynadığı için lolipop yalatıyorlar. Bir de sanırım Ceza’nın ilk solo albümünün prodüktörü Sagopa Kajmer’di, müzikleri onundu falan. Albümlerin dağıtımcısı Hammer Müzik ama Sagopa’nın stüdyosu Kuvvetmira’da kaydediliyordu albümler. Ceza’nın dahil olduğu ilk proje “Nefret” döneminde başlayan bir dostlukları söz konusu sanırım.). Fuat ve Ceza’nın kardeşi Ayben’in de olduğu, Sagopa Kajmer’in “Kuvvetmira” oluşumunda da vardı Ceza. Bence sonra egoları sığmamış bir klana ve kayışlar kopmuş. Ceza’cılar da “Sen önce playback’i bırak olmm, baba parası rap’çisi!!!1” diyorlar Sagopa’ya (Konserde playback yapan bir rapper da tuhaf hakikaten. “Baba parası” dedikleri de, Sagopa’nın varlıklı bir aileden gelmesi, parası neyse verip kendi stüdyosunu kurup bu işe girmiş sanırsam.), “İlahiyatçı değil rap’çi istiyoruz!!!1” diyenler de bol. Çember sakal falan, sözlerinde de bariz bir kayma var Sagopa’nın. Kişisel görüşümü soracak olursanız bence Sagopa Kajmer daha iyi söz yazıyor ama beni de aynı oranda bayıyor. Farsça da bildiği için böyle muammalı kelimeler kullanıyor, ağdalı eskimiş cümleler kurmayı seviyor. Dj kimliği olan Dj Mic Check ile son derece başarılı müzikler yapıyor (Rapstar’da cidden mükemmel iş çıkardığını düşünüyorum mesela) ama, kendine geldi mi bunu göremiyoruz, oldukça kötü bir yorumcu. Sözleri anlaşılmayacak kadar uzaktan dinlerseniz Sagopa Kajmer’i, sürekli aynı şarkının döndüğünü düşünmeniz olası. Nakaratların hepsi aynı ezgilerle söyleniyor falan. Her ne kadar söz konusu olan sözlere dayalı bir tür de olsa, benim için müzik esas; sözler bir enstrüman benim evrenimde. Bu açıdan Ceza benim gözümde Sagopa’dan birkaç gömlek üstün bir yerde. Ben Ceza’nın o komik sesini de seviyorum, bence çok yakışıyor müziğine. O Çözmüş yani kendini. Gençler birbirini yiyedursun, benim seçimim belli. Yollarını ayırmakta iyi etmişler.
Ceza’ya “satılmış” gibi binbir çirkin lafın edilmesine neden olan yönlerinden biri de, reklam filminde oynamasından da anlaşıldığı gibi, televizyona, yani mainstream’e son derece açık bir insan olması. Underground takılanların tersine, piyasayla çalışmayı seviyor. Konuk oluyor, iş ortaklığı yapıyor, çözüm ortaklığı yapıyor. Ben bunu açıkçası oldukça normal karşılıyorum. Müzik yapan bir insanın kendini daha geniş kitlelere duyurmayı istemesi gibi bir niyetinin olmasının nesi tuhaf? Yaptığı iş de iyi gayet. Sözlerinin hala yer altı felsefesi içinde şekillendiğini duyabiliyorum. Kendini bozmuş değil. Medcezir’den bu yana oldukça geliştirmiş kendini Ceza. Bir değişim söz konusuysa, optimizasyonunu arttırmasının neticesidir. Yapabileceği en iyi şeyi yapıyor. Sürekli Türkçe Rap’i tanıtmak istediğini söylüyor, bir hip-hop’çı gibi boş boş dolaşmıyor, sosyal kaygılı bir rap’çi imajı çiziyor. Bir ziyanı yok.
Son bombası da Star’da yayınlanan Rapstar! Klasik keşif yarışması işte, jüri var vesaire. Jüri’de Funky C var; DJ olarak. Sonra Ceza var tabii ki. Bir “popstar” olarak Sibel Tüzün de var. Programı izlemediyseniz şu anda, izlediyseniz ilk anda “Ne alaka?” demişsinizdir. Kendisi ilk bölümde mini etek giymişti, ikinci bölümde de sütyen giymedi. Birbirimizi kandırmayalım salakmışız gibi, televizyonun böyle enteresan dengeleri var. Neyse… Ardından Boys Anılar’a “Soytarılar!” deme suretiyle canlı yayında dayağı yiyen Fuat var hahah. Israrla hatırla(t)mak istiyorum:
Rap’in gerçek hayattaki yansıması, aslında biraz böyle bir şey. Şimdi bana da bir adam çıksa, abuk sabuk hareketler eşliğinde “soytarı, a haa” dese, iki adu bi taktak perfect çekerim. Kız arkadaşımla da paylaştım geçen gün, durakta bir rap’çi genç gördüm. Bembeyaz giyinmiş, kocaman Adidas’lar ayağında, üstündeki kostüm dökülüyor yani 3 fakire giysi çıkar o kadar bol, şapka yamuk. Şapkanın içinde -sanırım- bir bandana… Ölümüne bir cool’luk halinde elleri cebinde. Cebinde de, hani altında bir lowrider olsun, ne bileyim bok gibi paran olsun karı kızla ez tamam ama işte DSİ’nin önünde 14ES beklerken olmuyor pek. Türkiye’de bu açıdan zor bu iş. Bunların hepsini geçsen bile, benim gibi insanlar var. Ben rap yapan rapper görünce gülmeye başlıyorum mesela. Çok komik geliyor. Belki gerçekten komik değildir ama abuk sabuk bi ton adam “yov yov” diye dolaşınca gülüyorum ben. Bu programı da eğlenmek için izliyorum. O kadar kazma yarışmacıları var ki.
Öykü Serter’e de üzülüyoruz. Senelerdir bu formatlarda yuvarlanıyor. Bir üst level’a geçemedi gitti. Bak Ebru Akel’e! Hahah. Bari kendisini askıya asılmış gibi gösteren omuzlarının hakkını verip yüzmeye adasaydı hayatını, şu an bi Michael Phelps idi.
Dediğim gibi Ceza’nın Yerli Plaka’sını da çok severim “Yükselen ben değilim bak asansör / Şayet beni uçarken gördüysen senin gözün kör / Peşimde onlarca yalaka sahte post var / Eninde sonunda yalnız bırakan o dostlar” diyor, gayet güzel yazmış ama gelse bunu karşımda söylese istemeden gülerim. Rap önce bunu çözmeli, en büyük sorunu bu. Aslında kendileri de farkındalar, ciddi gözükerek bunu aşmaya çalışıyorlar ama daha komik oluyorlar. Ceza’ya tahammül etmeyi kolaylaştıran bi başka neden de müziklerini eğlenceli yapıp sözlerini yoğun tutması. The Smiths yapınca güzel Ceza yapınca kötü demek ikiyüzlülük olur. Fakat aynı adamın “Benim üstüme gelmeyin artık yeni bilim olacak hiphop (sdlkfjsldkfjlk) / Bunu görmezden geleceksen eksenin etrafında dön sen / Dengen bozulur sersem / Yere serilecek her flow’unuz aynen yengen / Televizyon dizi karakterleri mi adam edecek bizleri” diyerek televizyonda boy göstermesi ve kendinden soğutması söz konusu. Ciddiyet büyük sorun. Yani sen o programda “Eminem’i tahtından indirecek adamı çıkaracağız buradan!” desen ve bunu gerçekten çok ciddi desen, kendinden acayip emin olsan, ben yine gülerim.
Muhtemelen Ceza birkaç yıl sonra bu ilk bölümüyle tüm gün rating’lerde 28. olan fiyasko program hakkında “Oradan birilerinin çıkacağına hiç inanmadım. Sadece en yeteneksiz çocukları seçip herkesin yapabileceğini gösterip heveslendirmek, rap’i televizyona taşıyıp şarkılarımızı her hafta milyonlara ulaştırabilmek için kabul ettim.” diyecek. O güne kadar da ekranların en dandik yarışmalarından biri olarak ilk sezonunu çıkarabilirse ne mutlu.
O karanlık, yamuk çamuk, kullanışsız, iç kapayıcı iğrenç stüdyonun televizyondan nasıl göründüğüne hiç mi bakmıyorlar bilmiyorum. Hala şu her türlü canlı yayınlanan programın, stüdyosu ne kadar ferahsa ve iyi ışıklandırılmışsa o kadar tuttuğunu kavrayamadılar. Hayır çok zor bir şey de değil, tutan ve tutmayan programların ayrı ayrı ortak özelliklerini bir kağıda not alsan, çok rahat çıkarırsın bunu. Israrcı fakat yapımcılar.
“Rating kaygımız yok.” diyor sunucusundan jürisine herkes ama, her rap performansına miadını doldurmuş ya da türkübardan bir adım öteye geçememiş bir şarkıcı ekleyip düet yaptırmaktan da eksik kalmıyorlar. Geçen hafta bir çocuğun "Ağrı Dağın Eteği" ile rap yaptığını duydum ben. "Rap yarışması ama, her telden çalalım ki çocuklar programı izlerken anneleri babaları 'Ver ulan şu kumandayı piç!' deyip tepelerine binmesin." düşüncesi güttükleri açık. Gerçi buna ne kadar rap denir bilemiyorum:
Böyle saçma sapan bir şey Rapstar. Neresinden tutsan elinde kalıyor.
gönderen: Emre A saat: 16:10 19 yorum
etiketler: ceza, radioheadbanger, rapstar, sagopa kajmer, star, televizyon, yarışma
3.02.2009
Christian Bale'e Tapıyoruz. FFFFFUCK!
"I'm gonna fuckin' kick your fuckin' ass if you don't shut up for a second, alright?"
gönderen: Emre A saat: 22:35 0 yorum
etiketler: christian bale, fuck, radioheadbanger, terminator salvation
28.01.2009
Adam Olacak Çocukların IMDB'si
siz siz olun izlemek istediğiniz bir filmin, özellikle de komedi ise, imdb puanını kaale almayın. gerçi şu günden itibaren hiçbir film için o puanları kaale almayın ama özellikle komedi ise durum çok beter cartel'e saygı göster.
ne güzel siteydi ilk açıldığı zamanlar. gerçi hala öyle, kendisine bir database muamelesi yaptığınız vakit. ama arkadaş nedir o puanların hali? sanırsın bütün "adam olacak çocuk" yarışmacıları üye olmuş, onu bunu on puanlarıyla şampiyon ilan ediyorlar. eskiden böyle değildi bu site. puanlarına güvenilirdi. nerede çokluk orada bokluğun karşılığı oldu ama artık. aklıma gelen ilk örnek "hot fuzz" denen garabet. gidin bakın aha burada kendileri. 104.178 kişi oy kullanmış ve on üzerinden 8 almış bu film. oysa ben izlerken, bir ara kola içtiğim bardağı kırıp kendimi çizmeye başladım sinirden. bu mu arkadaşım komedi?! bunun gibi birkaç örnek daha var şimdi aklıma gelmeyen. zira onları unutmak için çok çabaladım.
bunun bir yolu olmalı. güvenebileceğimiz bir yer. ben artık bir filmi komedi diye izlemeye başlayıp hıçkırıklara boğulmak ve akabinde annemin gelip, "ay kaba acıklı filmse ver ben de izleyeyim" demesini istemiyorum. geçen t&t ile artık ikinci kez izleyecek film bulamıyoruz diye yakınıyorduk ama, imdb'de her gün tüm zamanların en iyi 250 filmi arasına yeni bir film giriyor. nasıl oluyor bu arkadaşım, bana biri izah etsin. böyle giderse bundan 10 yıl sonra o listelerde godfather'ı göremeyecek yeni nesiller. ve belki o filmden bihaber ölecekler. ha diyebilirsiniz ki daha iyileri çekilecek belki. valla benim bu konuda pek ümidim yok. sizi bilemem. ama imdb ile ilgili maruzatım budur.
gönderen: kaba şimşek saat: 21:01 10 yorum
etiketler: imdb, kaba şimşek, sinema, yabancı film
27.01.2009
Parodi'yi Yaratıcılık ile Karıştırmak
Valla sözlük tadında bir başlık oldu farkındayım ama; durum tam olarak bu. Öncelikle belirteyim, bu yazıda hiçbir Bedük zarar görmemiştir. Kendisini çok seviyoruz. Moving forth moving back.
"Yazmayayım yazmayayım" diyorum aslında da, yazmayınca da kimse yazmıyor. Şahan Gökbakar'dan beri (2005 deniyor "Dikkat Şahan Çıkabilir"in vizyon tarihine) beni tırmalayan bir mesele bu. Eğri oturup doğru konuşmayı severim biliyorsunuz. Adeta her gün Gözcü alan biriyim. Şahan'ı sevmedim sevemedim. "Recep İvedik 2" ile -fragmanlarından kestirdiğim kadarıyla- beni çok güldüreceğini bilsem de, "Şahan Gökbakar" ismine karşı bir alerjim var. Nasıl derler sizin Esra Erol'la İzdivaç'ta, "Trahtörüm var amma elenktrink alamadım." eet. Şahan Gökbakar'ın yeteneğini yerin dibine sokma niyetlisi değilim. Abartıldığı kadar olmasa da, bir yeteneği olduğu aşikar. Doğaçlama yapmaya cesareti olan insanın, o 10 dakikalık skeçin 5 dakikasını boş boş ekrana bakarak, lafı geveleyerek öldürmesine tahammülüm pek yok. Kandırılmış hissediyorum. Ya da iki espri için bir ağza 10 dakika bakamıyorum diyeyim. Tercih meselesi tabii; "Şahan iyi yeaa..." diyene saygım var.
Şahan Gökbakar iyi bir gözlemci bence. Çünkü "Dikkat Şahan Çıkabilir" ile, Levent Kırca'nın klişeleriyle diri diri mezara gömdüğü "parodi" kültürünü gün ışığına çıkardı. Bunu yaptı. Çuvallara sığmayan paralar kazandığı için tebrik ediyoruz. Sözüm, buna "yaratıcılık" diyen, Gökbakar'ı "yaratıcı" addeden insanlara. Aynı şey değil arkadaşım, kusura bakma. Sen sevdin diye "yaratıcı" olmaz o şey. Abartma kendini o kadar. Flash TV'de Yalçın Abi'nin müthiş programları olmasaydı Dişi Yakarış olmazdı.
Sevgili Bedük'ün olay klibi Automatik. Bir sünnet düğünü ortamında geçiyor. Düğün şarkıcısı Bedük ve araya karışmış saykedelik tipler. Her tarafta son zamanların en yaratıcı işi olarak gösteriliyor.
Üzgünüm, bunun adı "parodi"dir. Sünnet düğünü var olan bir şeydir. Üstüne kattığın abartı ve absürt öğeler onu "parodi" yapar. Yarattığın bir şey yoktur. Dahası kattıkların da yoktan var etmediğin şeylerse, bu gerçekten bir "parodi"dir. Klip gayet güzeldir eet, ama bir "parodi"dir, bir "yaratıcılık" ürünü değildir. Yaratıcılık, abuk "zaman/mekan çaprazlaması" ile olan bir şey değil. Oturursun, düşünürsün, bulursun, bulduğun arak değilse "yaratıcılık" namına bir şey yapmışsın demektir. Bir şey "yaratmışsın" demektir. Var olan şeyleri yamultmamışsın demektir.
Sapla samanı karıştırıp ya da dediğimi anlamayıp çamur yaptığımı sanmayın ha. O yüzden biraz açayım: Çok absürt öğeler kullanılmış ama ısrarla hoş bir şey ortaya çıkmışsa, buna yine de "yaratıcılık" denebilir. Bir "Nasıl akıl etmişler arkadaş..." etkisi yaratması gerekli olur kısacası. Burada ise çok sıradan bir form var. Düğünde dans edilir. Düğün sahiplerinin yöreleri türünde dans edilir. Bedük'ün klibinde de dans ediyorlar. Uygulanırsa tuhaf kaçacak dansları ediyorlar. Bir absürtlük var yani. Fakat dans ediyorlar. Neticede dans ediyorlar. Yeni bir dans türü bile değil ettikleri. Bu yüzden yaratıcı demek zor. İyi bir parodi. Hatta kişisel görüşümü beyan etmem gerekirse, zayıf kalmış bir parodi. Çok daha fazla öğeyle beslenebilirdi.
En kral parodiye en fazla güler geçerim. Öyle dibimi düşürmez. Durup durup izlemek istemem. Hayran kalanı da anlamam. Tamam bunlar paralı olan şeyler değil; keyfe göre hayran da kalınıyor, ayran da içiliyor. Ama, bazı şeyleri ayırt etmek, özellikle yaratıcılığı yüceltmek, değerini bilmek; hem daha iyi ve yaratıcı işlerin ortaya çıkması için, hem parodi yapanların kendilerini yaratıcı sanıp 234239842394 yıl aynı yerde saymamaları için, hem de topyekün bir vizyon terfisi etmek için gerekli. Düşünce alemi o kadar sınırsız ve ücretsiz ki, 5 dakika düşünen birinin aklına dünyanın en yaratıcı fikirlerinin gelmesi yüksek bir ihtimaldir. Nöronunu sallasan fikre geliyor o kafanın içinde. O yüzden, "parodi" ile "yaratıcılık", ayrı şeylerdir.
gönderen: Emre A saat: 21:57 10 yorum
etiketler: parodi, radioheadbanger, reklam, televizyon, video klip, yaratıcılık
O Kadar Yakından İzleme Bilog Soundtrack
Kaba Şimşek uzun araştırmalar sonucunda bilogumuzun soundtrack'ini bulmuş. "Kanka kanka!!!!11" diye ilk kez tuvaletini söyleyen bir çocuk şenliğinde ulaştı bana, ben de sizlere ulaştırmayı bir borç biliyorum...
25.01.2009
Amerikan Dizileri ve Sonu Gelmeyen Tatilleri
Terminator: The Sarah Connor Chronicles yokluğunu hissedince isyan ettim ben buna arkadaş. 2 ay ara verildi diziye. 8 bölüm ara verildi bir başka birimle. Daha 3 hafta var. Herhalde diziler maliyetli diye para biriktiriyorlar bir süre. Lost'u 9 ay bekledik yahu.
40 dakikalık dizi zaten. Yarısı duraklamalarla, yarısı ciuv viuv jenerikle geçiyor. Kayda değer anların toplamı en kral dizide 10 dakikayı geçmez. Biz n'apıyoruz? Aylarca bunları bekliyoruz. Tanrım, ne saçma bir iş yapıyoruz yahu.
Avatar The Last Airbender da geç başladığım bir diziydi. Kışın bitirdiğim bölümlerin devamı için yazı bekledik. 23 dakikalık şeyler üstelik. Şaka gibi. İzlerken keyif alıyorum ama, değer mi emin değilim açıkçası. Yani Lost'a dönersek, 9 ay sonra tekrar izlemek saçma sapan bir şey değil mi? Yapıyoruz niyeyse. İzlemesek ne kaybederiz bilmiyorum. Zira hiçbiri, izleyince insana bir şey katan, izlemeyince insanın bir şeyleri eksik kalan diziler değiller.
Bir de İngiliz dizileri var ki, ona hiç bulaşmayacağım. Bir sezon 6 bölüm. 1.5 ayda bir dizinin sezonu bitmiş oluyor. Şaka gibi bir şey. The IT Crowd'u bayılarak izliyorduk; göz açıp kapayıncaya kadar bitti gitti. Extras desen hakeza. Nasıl işler bunlar?
Dexter, Nip Tuck, How I Met Your Mother gibi izlemediğim dizilere de uzaktan bakınca; durumun onlarda da farklı olmadığını görebiliyorum. Hepimiz öyle kapılmış gidiyoruz. Zaten bize n'oluyorsa... Sanırım Amerika'nın dış dünyaya dayadığı yeni trend bu diziler. Sinemayı filan solladı. Resmen esiriyiz onların. İstedikleri yola da geliyoruz. İzlemeyi bırakmak ihtimal dahilinde bile değil kimse için. Hepimiz biliyoruz ki, 9 ay değil, 1 sene de olsa beklenirdi Lost.
Düşününce "Nihayetinde önemsiz birer dizi oldukları için beklemek bir şey kaybettirmiyor. O kadar aradan sonra izlemek de öyle." gerekçesi oluşuyor. Hemen hemen herkes böyle düşünüyordur muhtemelen. Mantıklı eet. Mantıklı olduğu kadar da acıklı bence. Yapacak hiçbir şeyimiz yok çünkü. O yüzden bunlara tahammül ediyoruz. Sevgilimizle buluşuyoruz, ne var ne yok muhabbetinden sonra biraz sarılıp oturuyoruz. O noktadan sonra mantara bağlamamak mümkün değil. Oturuyoruz dizi izliyoruz. Başka ne yapabilirsin ki? Diziler hakkında konuşuyoruz. Başka ne hakkında konuşabilirsin ki? Berbat bir durum.
Şu sıralar insanların hakkında konuştukları üç şey var: Futbol, Amerikan dizileri ve Yemekteyiz. Bazen bir kitaptan iki tane alıp, en azından kız arkadaşımla eş zamanlı okumalar yapıp üstüne tartışmayı falan düşünüyorum. O kadar çaresiz hissediyorum yani kendimi hahah. Gerçekten değişik bir şeyler yapmak istiyorum bu bunaltıcı döngülerden kurtulmak için fakat Amerikan dizileri, o kadar kolay ulaşılabilir ve zahmetsiz ki, karşı konulmaz bir cazibe yaratıyor. Bir "Hiç yoktan iyidir." düsturuna 9 ay bekleyebiliyoruz. Çok değişik canlılarız çok.
gönderen: Emre A saat: 06:30 2 yorum
etiketler: lost, radioheadbanger, televizyon, terminator the sarah connor chronicles, yabancı dizi
21.01.2009
Biri Bana Gelsin, Siz Çok Güçlü Oldunuz
ya arkadaş hani neresinden tutsan elinde kalıyor ama bari bu konuda biraz çaba sarfetseler. şu program isimleri konusundan bahsediyorum. özellikle de konuk ağırlamalı, sırası gelenin şarkısını söylediği, yıllardır döne döne aynı insanlarla aynı geyiklerin yapıldığı programlardan bahsediyorum. konsept için kafa patlatmıyorsun zaten, e bari isim için biraz uğraşın be arkadaş. mesela şunu araştırsınlar istiyorum, ülkemizde ilk özel radyo yayına başladığından beri, televizyonda ve radyolarda sunucusunun ismi ebru olup da adı "ebruli" olmayan kaç program var. inanın çok azdır.
beyaz'ın programına elli kere katılan vardır mesela. e bu adamla değişik ne konuşabilirsin ki? o zaman bari ismini değiştirin arada programın. parayı hak edin yani kısaca.
bunu okan bayülgen yapıyor mesela. en azından programın ismini değiştirdiği için müteşekkirim kendisine. gerçi bazı heyecanlı gençler ismi değişince kuş çıkacak zannediyor; böyle bir yan etkisi var ama olsun. yine de isim değiştirmek bile az da olsa bir şeyler için kafa patlatıldığını gösteriyor. ama ya diğerleri? al işte, biri bana gelsin ne lan?! üç bin kişiye sorsalardı ferhat göçer'e program yaptıracağız diye, iki bininin önereceği ilk beş isimde olurdu bu. kalan bin kişi o kim diye sorardı. ibo şov bile daha sempatik bir isim arkadaş.
geçen bu konuyu düşünüyordum ve bir olay oldu, o zaman televizyoncuların bu konularda neden bu kadar rahat olduklarına dair bir fikir oluştu bende. siz katılır mısınız bilemem. ama rahatlıklarının ana sebeplerinden biri olduğuna eminim az sonra okuyacağınız olayın.
efenim geçen gün amcamgil geldiler bize, ben de oturuyorum içerde ama televizyon kapalı. selamlaştık, oturduk, işte klasik sorularla zamana oynuyoruz, işler nasıl kriz etkiledi mi bilmem ne diye ama amcanın gözler fıldır fıldır. dedim, sıkıntın nedir? kumanda nerede dedi. normal değil mi? çünkü hepimiz yaşıyoruz bunu. sonra, yıllar önce odamda oturmuş tavanı izlerken, bir akrabamın kapıdan kafasını uzatıp, "televizyon bozuk mu?" diye sorduğu geldi aklıma.
şunu söylemek istiyorum. televizyon uzun zamandır izlenen bir şey değil aslında. evimizin bir ferdi. o hep açık ve biz ona bakıyoruz. kapatmak gelmiyor aklımıza. bu yüzden televizyonu kapalı gören eşimizin dostumuzun aklına kapatma butonuna basabileceğimiz gelmiyor. bozuk olduğunu düşünüyorlar. yoksa neden açık olmasın ki adam da haklı. evde olup da uyanık olduğunuz zamanlarda evinizdeki televizyonlardan en az biri açık değil mi? bu deneyi siz de yapabilirsiniz evinizde. tek ihtiyacınız olan bir televizyon ve entel olmayan misafir.
işte televizyonun evimizin bir ferdi oluşu, televizyoncuların rahat takılmasının en önemli sebeplerinden biri. bence yani.
- abi mustafa sandal'a program yapıcaz ismi ne olsun?
- onun arabası var!
- hmm evet süper fikir!
- konuklara arabalarını sorar arada, sonra da şarkılar türküler, nasıl?
- valla nefis!
gönderen: kaba şimşek saat: 22:48 14 yorum
etiketler: kaba şimşek, show tv, televizyon
17.01.2009
Vicky Cristina Barcelona...
Penelope ve Javier müthişti ona bişey diyemem. Vicky de iyiydi ama Sıkarlıtı nedense beğenmedim. Ya Woody abi bilerek ona çiğ oyna iğrenç bi karakter çiz demiş ya da Sıkarlıt hiç oynayamamış. Açıkçası çoğu sahnelerde dile gelmiş bir şişme kadın gibi göründü gözüme ki sonuçta filmde görünen tek karakteri de seks işçiliği idi geçelim o özgür ruh ya da aradığını bulma martavallarını. Aslında film o açıdan güzel bi nokta yakalamış. Javier abim alenen güzel yemek yemek, şarap içmek ve sevişmek istediğini söylüyor. Ama dangalak Amerikalı kızımız yok ne aradığın bilmiyormuş da ne aramadığını biliyormuş. Resmen yalan işte bu riya. Alenen geldin seviştin adamla. Sonra mükemmele çok yakın ex karısı da geldi durmadın onla da seviştin. Sonra da artık içinde sevişmeye dair istek kalmayınca, tutku bitince, heyecan bitince bastın gittin işte. Resmen casual sex bu. Hayret bişey. Öbür karıya baksan onun da ne bok yediği belli değil. Doug bilmemne aslen kısacası tabi ki her filminde olduğu gibi Woody abim Amerikalıların ağzına sıçıp bırakmış işte. Yahudiler olsa filmde onların da ağzına sıçardı eminim. Amerikalıların ezbere ve kopya yaşamlarının iğrençliklerini, bu ezbere yaşamdan sıkılan ya da kıllanan bireylerin dahi o kalıplara nasıl da dipten dibe istemeden de olsa bağlı kaldığı filmin güzel yaklaşımları. Sonuçta onca tantanaya rağmen yine hep beraber Amerikaya döndüler. En cilalı taşlar ülkesine.
Yalnız bu noktada sanki Amerikan hayatının tam tersi gibi sunulan bağımsız, özgür Akdeniz insanı hayatında da gariplikler var onu söylemeden geçmeyeyim. Nedir abi bu şimdi? Güya ressam adam var, deli ressam karısı felan. Ulan iyi de oturdukları eve bak? Adamın kafası esiyor iki hatunu Barcelonadan alıp Oviedoya götürüyo hem de arkadaşının özel uçağıyla??? Sonra 3 kişinin otel parasını ödüyor yediriyo içiriyo? Babası desen anarşist şair ama adamın evine bak. 568 yıl mortgagea girsem alamam o evi. Nerden geliyo olm bu değirmenin suyu? Sonra altında leş bi spor araba, iki kişilik aslen o araba bile adamın niyetini gösteriyo. Sonuç olarak Woody abim de farkında ki asıl sıcak Akdeniz hayatını Amerikan hayatının karşısına koyunca yemez kimse, etkilenmez aptal romantikler dışında tabi. O yüzden Akdeniz hayatı da hafif Amerikan hayatı sosuyla sunulmuş önümüze. Yapacak bir şey yok. İnsan ilk taşı cilaladığından beri garip bi şekilde daha iyi cilalanmış taş arıyor ve taşlar her seferinde daha iyi cilalanıyor. Ve garip bi şekilde insan her seferinde elindeki cilalı taştan daha iyi cilalanmışı gördüğünde ona meylediyor. Biz de buna kapitalizm diyoruz. Hepimiz hala mağara adamıyız kanımca.
Sonuç olarak Bartelona güzel şehir, Gaudi iyi mimar, Miro iyi sanatçı, Messi leş topçu, Amerikalılar gerzek, Akdenizliler sevişgen ve özgür ruhlu, Woody Allen ağabeycim de piçin teki. Ve aslında İspanyolcanın o uhrevi müziğini Javier Bardem ve Penelope Cruz un ağızlarından bize dinletmesi de çok güzel bi icattı. Filmin genel İngilizce atmosferindeki çiğlik onlar İspanyolca konuşmaya başlar başlamaz üzerimize ılgıt ılgıt esen tatlı sıcacık bir Akdeniz meltemine evriliyordu. Fakat yine de yazıyı filmin o müthiş sahnesi ile bitirmek isterim. İlk kez bir kadının iki kişiyi aynı anda terk ettiğine şahit oldum. Müthiş bi sahneydi. Penelope olağanüstü bir performans sergilemiş konu sahnede. “Bizi kullanıp attı işte. Demiştim ben sana” diyor aynı anda terk edilen Javier de onu teskin etmeye çalışıyordu. Aşklarının matematiğinde eksik olduğunu düşündükleri şişme kadın da uzaktan bunları izliyordu. Oysa ki eksik olan hiç bir şey yoktu bence aşklarında. Çünkü aşkların güzelliği her zaman bir yerinin eksik olmasıdır, mükemmelliğini eksikliğinden alır.
Ve son olarak meraklısına Woody Allen’ın Guardian da çıkan filmle ilgili günlüğünü yayınlıyorum. İnanılmaz komik İyi günler efenim :
5 March
Met with Javier Bardem and Penélope Cruz. She's ravishing and more sexual than I had imagined. During interview my pants caught fire. Bardem is one of those brooding geniuses who clearly will need a firm hand from me.
2 April
Offered role to Scarlett Johansson. Said before she could accept, script must be approved by her agent, then by her mother, with whom she's close. Following that, it must be approved by her agent's mother. In middle of negotiation she changed agents - then changed mothers. She's gifted but can be a handful.
1 June
Arrived Barcelona. Accommodation's first class. Hotel has been promised half star next year, provided they install running water.
5 June
Shooting got off to a shaky start. Rebecca Hall, though young and in her first major role, is a bit more temperamental than I thought and had me barred from the set. I explained the director must be present to direct the film. Try as I may, I could not convince her and had to disguise as man delivering lunch to sneak back on the set.
15 June
Work finally under way. Shot a torrid love scene today between Scarlett and Javier. If this were a scant few years ago, I would have played Javier's part. When I mentioned that to Scarlett, she said, "Uh-huh," with an enigmatic intonation. Scarlett came late to the set. I lectured her rather sternly, explaining I do not tolerate tardiness from my cast. She listened respectfully, although as I spoke I thought I noticed her turning up her iPod.
20 June
Barcelona is a marvellous city. Crowds turn out in the streets to watch us work. Mercifully they realise I've no time to give autographs, and so they ask only the cast members. Later, I handed out some 8x10 photos of myself shaking hands with Spiro Agnew and offered to sign them, but by then the crowd had dispersed.
26 June
Filmed at La Sagrada Familia, Gaudi's masterpiece. Was thinking I have much in common with the great Spanish architect. We both defy convention, he with his breathtaking designs and me by wearing a lobster bib in the shower.
30 June
Dailies are looking good, and while Javier's idea to add a massive Martian invasion scene complete with 1,000 costumed extras and elaborate flying saucers is not a very good one, I will shoot it to make him happy and cut it in the editing room.
3 July
Scarlett came to me today with one of those questions actors ask: "What's my motivation?" I shot back: "Your salary." She said fine but that she needed a lot more motivation to continue. About triple. Otherwise she threatened to walk. I called her bluff and walked first. Then she walked. Now we were rather far apart and had to yell to be heard. Then she threatened to hop. I hopped, too, and soon we were at an impasse. At the impasse I ran into friends, and we all drank, and of course I got stuck with the check.
15 July
Once again I had to help Javier with the love-making scenes. The sequence requires him to grab Penélope Cruz, tear off her clothes and ravish her in the bedroom. Oscar-winner that he is, the man still needs me to show him how to play passion. I grabbed Penélope and with one motion tore her clothes off. As fate would have it, she had not yet changed into costume, so it was her own expensive dress I mutilated. Undaunted, I flung her down before the fireplace and dove on top of her. Minx that she is, she rolled away a split second before I landed, causing me to fracture certain key teeth on the tile floor. Fine day's work, and I should be able to eat solids by August.
30 July
Dailies looking rather brilliant. Probably too early to start planning Academy campaign. Still, a few notes for an acceptance speech might just save me some time later.
3 August
I suppose it comes with the territory. As director, one is part teacher, part shrink, part father figure, part guru. Is it any wonder then that, as the weeks have passed, Scarlett and Penélope have both developed crushes on me? The fragile female heart. I notice poor Javier looking on enviously as the actresses bed me with their eyes, but I've explained to the boy that unbridled feminine desire for a cinema icon, particularly one who wears a sneer of cold command, is to be expected.
Meanwhile, when I approach the set, each morning bathed and freshly scented, between Scarlett and Penélope there is a virtual feeding frenzy. I never like mixing business with pleasure, but I may have to slake the lust of each one in turn to get the film completed. Perhaps I can give Penélope Wednesdays and Fridays, satisfying Scarlett Tuesdays and Thursdays. Like alternate-side parking. That would leave Monday free for Rebecca, whom I stopped just in time from tattooing my name on her thigh. I'll have a drink with the ladies in the cast after filming and set some ground rules. Maybe the old system of ration coupons could work.
10 August
Directed Javier in emotional scene today. Had to give him line readings. As long as he imitates me, he's fine. The minute he tries his own acting choices, he's lost. Then he weeps and wonders how he'll survive when I'm no longer his director. I explained politely but firmly that he must do the best he can without me and to try to remember the tips I've given him. I know he was cheered because when I left his trailer, he and his friends were howling with laughter.
20 August
Made love with Scarlett and Penélope simultaneously in an effort to keep them happy. Ménage gave me great idea for the climax of the movie. Rebecca kept pounding on the door, and I finally let her in, but those Spanish beds are too small to handle four, and when she joined, I kept getting bounced to the floor.
25 August
End production today. Wrap party as usual a little sad. Slow-danced with Scarlett. Broke her toe. Not my fault. When she dipped me back, I stepped on it.
Penélope and Javier anxious to work with me again. Said if I ever come up with another screenplay to try and find them. Goodbye drink with Rebecca. Sentimental moment. Everyone in cast and crew chipped in and bought me a ballpoint pen. Have decided to call film Vicky Cristina Barcelona. Studio heads have seen all the dailies. Apparently they love every frame, and there is talk of opening it at a leper colony. It's lonely at the top.
gönderen: Travis and Tyler Durden saat: 10:32 11 yorum
etiketler: sinema, travis and tyler durden, vicky cristina barcelona, yabancı film
Beyaz Maseratili Pirens
Demin eve geldim televizyonu açtım, en son Kanal D açıkmış oradan devam etti, Beyaz'ın sesini duydum, "hece'cim orda mısın, abibik gubibik" bi şeyler diyordu, "Tanrım kaç milyar kez duydum bu kalıbı bu adamdan?" dedim daha ekrana görüntü gelmeden. Yeter beyaz ya. Yeter be abim. Valla severdim seni ama yeter.
Bi' kere çuvalla parası var. Yedi sülalesine de yeter o para. Sarıyer şeridini Ali Kırca'yla birlikte parsellediler komple. Beyaz senin benim gibi bi' adam demedik mi, o yüzden sevmedik mi? Biz kendi aramızda konuşuyoruz hep, "200.000 lira nakdimiz olsa, bankaya atar aylık faiziyle de ölene kadar çalışmadan yaşarız" diye. Bizim hayattaki arzumuz bu. Beyaz'ın 20 milyonu kesin vardır. Ayda 250.000 lira getirir bu. "Gözün dosyun Beyaz'ım." demeden edemiyorum. Bu ne hırs? Yeter artık çünkü televizyondan bir şey veremiyorsun insanlara. O stüdyodan o ekiple yerine kimi koyarsan koy Kanal D'de cuma gecesi iş yapar. Açık söyleyeyim, birçoğunuza komik gelecektir ama Beyaz'ın ekibi, Okan Bayülgen'in ekibinden iyi bence. Artık beyaz olmanın bi' esprisi yok.
CNN Turk'teki programlarında ise ironik şekilde sırf Beyaz'sın diye varsın. Abim kusura bakma acımasızım ama sen senelerdir bu ekrandasın, telefonu yüzüne kapatmamakla saygı olmuyor bence. Tamam Okan Bayülgen ile kitleleri güzel paylaşmışsınız ama, bi' yerlerde insan kendini de geliştirmeli. "Doğru mudur?" diye sormakla ömür geçmemeli.
Bence Beyaz farkında durumunun. Temcit pilavi gibi çevirip çevirip aynı programı yaptığının farkında. Ama bırakamıyor, çünkü tv dünyasını biliyor. Zira bırakırsa bir süre sonra kimsenin umrunda olmaz Beyaz. Silinir gider. Yokluğunu hissettirecek bir farklılık yaratmış değil. O kadar nefessiz çalıştı, bu ilgiye o kadar alıştı ki, birden bire yaşının geçtiğini fark edince panik yaptı bence. "Oha kırk oluyorum?!?!" dedi ve bu uyanışı itici bir hal almasındaki en önemli etken oldu. İstediği kadar 430.000 liralık Maserati alsın, teknik olarak 40 olduğunun farkında. Arkasına dönüp baktığında gudik bir şov programından başka bir şey göremiyor. Çektiği filmler oynadığı diziler, hiçbiri kayda değer, olmazsa olmaz hiçbir iş yapmadı. Ekol olmadı. En fazla Sezen Aksu'nun kafasına gül dökmekle gündeme geldi. Dediğim gibi ben Beyaz'ı gerçekten severim ama bu onun senelerdir bir adım öteye gidemediği gerçeğini değiştirmez. Benim için seyirci saygısı budur. Şu televizyon neler gördü yani, neler geldi geçti. Beyaz'ınsa sadece prodüksiyonu büyüdü ekibi iyileşti, Beyaz hep bildiğin Beyaz. İyi bir tv izleyicisi olarak; ben çok sıkıldım.
Ben bile 9-10 sene önceki halimi hatırlayınca utanıyorum kendimden; ki hiç mecburiyetim yok, ölesiye düz olma hakkım var. Ne ailemden ne arkadaşlarımdan ne de sevgililerimden milyon dolar almıyorum. Beyaz ise, "ailemizden biri" olarak girdi hayatımıza, öyle de kaldı. Olgunluk dönemini yaşadığını söylüyor ama biz hala büyüyüp o "ev"den ayrıldığını göremedik. Diğer kanallarda yarışma programı gibi farklı formatlarda denemeleri de oldu Beyaz'ın, hiçbiri tutmadı. Yayına konduğu gibi kalktı. Şimdi rating kaygısı olmayan bir kanalda ve bir başka major ulusal kanalda program yapıyor. İkisi de Doğan Grubu'nun kanalları. Beyaz Show çok başarılı olduğu için değil, Kanal D'nin cuma gecesi ikonu olduğu için sürüyor. Ben olsam bununla "13 yıldır devam ediyor!" diye övünmezdim. Her şeyi geçtim,
gönderen: Emre A saat: 01:55 7 yorum
etiketler: beyaz show, beyazıt öztürk, kanal d, radioheadbanger, talk show, televizyon
15.01.2009
Camın Öte Yanı
sene tam olarak kaç hatırlamıyorum. uzunca bir süre eğitimim için ailemden uzak kaldığımdan fark edemediğim bir şeyi, akşam televizyonun karşısında elimde kumandayla camız gibi yatarken fark ediyorum. babam geliyor odaya ve "bak bakim aliye başlamış mı?" diye soruyor. dizinin adı başka da olabilir; dediğim gibi yılı tam hatırlamıyorum. ben kilitlenince, babam duymadığımı düşünerek tekrar ediyor: "bak bakim aliye başlıycaktı, aliye". ben okula başlamadan önce sadece haber, spor, belgesel ve kovboy filmleri izleyen babamdan, bir de ibo şov, o lafı duymama denk gelir televizyondan soğumam. o günden sonra kendisiyle long distance relationship şekline bürünen ilişkimiz; söz konusu olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra tamir edilsin diye bir tamirciye teslim ettiğim 37 ekran televizyonu tamircide unutmamdan dolayı tamamen bitti. hayatımı, "sahip olduklarını bırak; dönerse senindir, dönmezse hiç senin olmamıştır ki akıllım" gibi tırto bir düşünce üzerine kurduğumdan, bu ilişkinin bitmesi sürpriz değildi elbette. zaten "beyaz cam" gibi tamamen sallapati bir sıfatla geçiştirilmiş bir cihaza saygı da duymam ben.
bunu neden anlattım derseniz, bu blogun 'cast'ındaki yerimi bilin diye derim. yani ben bu blogda, jenerikte adının önüne "ve" koyulan bir aktör gibi olabilirim ancak. gerçek aktörler sevgili t&t ve kankam redyohedbengır'dır. bu vesileyle: hoşbulduk kanka.
redyohedbengır'ın bergüzar hanım ve halit bey hakkında yazdıklarını okuyunca, aklıma yıllar önce sözlükte, yine kendisinin açtığı başlığa yazdığım şeyler geldi. (burada) bu insanların bu kadar pervasızca yaşamalarının ana nedeni sanırım beyaz camın diğer yanında her şeyin mübah sayılması. toplumda böyle sakat bir algı yaratıyor bu cihaz. eğer onun içindeyseniz, izleyenin kendi dünyasında asla kabul görmeyen her şeyi yapabilirsiniz ve kendi dünyasına bunları sokmayan 'izleyen' bunu yadsımaz. hatta alkışlar. sırf eşcinsel bir aktöre benzediğini söyledi diye arkadaşını gözünü kırpmadan vuran adam, söz konusu mehmet ali erbil'in şakaları olunca, kendisine yapılsa bile, alkışlar. şu anda televizyonları istila eden, minimum maliyetle maksimum karı elde edebildikleri programlar sanırım gücünü bu bozuk algıdan alıyor. o yarışmamsı programlara katılanlar, artık camın öte yanına geçtikleri için her şeyi yapmakta serbest hissediyorlar kendilerini (bu programlardaki yarışmacıların ajanslardan para karşılığı gelmesi bu gerçeği değiştirmiyor bence. çünkü profesyonel oyuncular değiller) ve malesef yapımcıların da gazıyla işi zıvanadan çıkartıyorlar. çünkü yapımcılar şunun farkında: bu programların izlenmesinin sebebi, sıradan insanın birgün kendisinin de camın öte yanına geçebileceği umudunu canlı tutmak ve kendinden daha 'salak' olanı izlemenin cazibesi.
yılbaşı ertesi çalışmamanın rahatlığıyla iki gün boyunca gündüz kuşağını izleme fırsatım oldu. yemekteyiz'i izlemekti amacım ama bir programa denk geldim ve gerçekten şaşırdım. programın adı "komşu komşu". mantık yemekteyizle aynı. yine sıradan insanlar, yine yarışıyorlar ve yine dedikodu var. bir apartmanda komşuculuk oynanıyor, bir sabit aileler var, bir de her hafta değişen bir aile. sabit olan aileler seçici ve her hafta gelen aileleri değerlendirip puanlıyorlar. benim izlediğim bölümde genç bir çift var (ben son iki günlerini izledim) erkek olan şarkıcı olmak isteyen bir genç olduğundan kamera her döndüğünde şarkı söylemeye başlıyor. kız da yılbaşı eğlencelerinden anladığım kadarıyla dansöz olmak istiyor. çok hırslı sallıyordu kalçalarını oradan anladım sldkfjldksf.
neyse efendim bu programı izlerken ilk dikkatimi çeken şey, bu insanlar profesyonel olmadığı halde, kamera önündeki rahatlıkları oldu. bu bana göre dehşet bir durum. ülkenin yarısından çoğu sanki hayatlarında hep kamera varmış gibi yaşıyor bilmiyorum farkında mısınız? ben sırf kendim izleyeyim diye çektiğim kamera kayıtlarını izledim bunun üzerine, elimi kolumu nereye koyacağımı bilmiyorum. gördüğüm kadarıyla yakın çevrem de böyle. düğünlerde dikkat edin, halaya durmuş o yiğitlerin ayarını hep kendilerine doğrultulan kamera bozar. o andan itibaren senkronizasyon bozulur; herkes ne yaptığını bilmez bir hale bürünür. paralize olur bütün koçyiğitler. ki o kaydı sadece yakın çevreleri izleyecek. ama bunlar bir acayip. rahat oldukları gibi pervasızlar da.
dedim ya algımızı bozuyor diye. o programdaki bir olayı anlatayım. şimdi o genç çiftten hanımefendi olan kıskançmış efendim. bu komşular evlerine ilk gittiğinde de kızlardan birine kıllanıp bunu dile getirmiş. ya bu bile başlı başına bir olay. insan utanır bunu söylemeye yahu. neyse işte, bunları şarkılar türküler eşliğinde uğurladıktan sonra değerlendirme esnasında öğreniyorum ben bunları. konu buraya gelince, yılbaşı eğlencelerini gösterdiler. mevzu göbek atmaya geldiğinde şarkıcı oğlanın hanımı attı kendini ortaya döktürüyor. bu sefer o kıllandığı kızın annesi kızını dürtükledi oynasın diye. o da çıkınca ortam aşık atışmasına döndü. ben hayatımda bu kadar hırsla sallanan iki kalçayı bir daha görebileceğimi sanmıyorum. perdeler sallanıyordu rüzgarlarından. bu sahne geçtikten sonra değerlendirme devam ederken konu o kızın oğlana kur yapıp yapmadığına geldi. kız şöyle dedi: "sonuçta biz seçici aile değil miyiz? her şeylerini test ediyoruz işte, ben de çocuğa yeşil ışık yaktım (!) bakayım ne kadar sadık onu test ettim hemen düştü". bunun üzerine oradaki abilerden hiçbiri kalkıp bir tane çakmadı bu kıza mesela. lan evli bir adama kur yapmak hadi tamam. bunu marifet gibi söylemek nasıl bir aymazlıktır? işte bunun yegane sebebi bence bu televizyon denen cihazın her şeye, ama her şeye meşruiyet kazandırmasıdır.
bu arada kız da güzel kız. yani şöyle söyleyeyim, yeşil ışığı beklemez sarıda bi kornaya basarsın lsdkflksdjfls.
bak bunu yazarken aklıma bir fikir geldi. "sadakatsiz" diye yarışma yapsak ya? misal evleneceği adamdan/kadından tam emin olmayanlar başvursun diğerinin haberi olmadan, bizim elemanlarımız da diğer tarafı baştan çıkarmaya uğraşsın. nasıl fikir kanka? bence iş yapar. gerçi diğerinin haberi olmadığına nasıl emin olacağız değil mi? hmmm aslında sen bu televizyon dünyasına uzak değilsin, biraz düşünsen bu bugları halledersin. büyük para kazanabiliriz sdlfjdlsfjs.
algınızın değil sadece alıcınızın ayarlarıyla oynamanız dileğiyle. esen kalın.
gönderen: kaba şimşek saat: 00:22 8 yorum
etiketler: beyaz cam, kaba şimşek, komşu komşu, reality show, sadakatsiz, televizyon
14.01.2009
Beck'leme Yapma Ticari, Dinlemeye Devam Et!
Beck Beck Beck... Neresinden tutacağımı bilemiyorum. Aslında bu müzik dehasını tutabilir miyim, onu bilmiyorum.
Beck, son çeyrekte Amerika'dan çıkmış en ciddi müzisyenlerden biri bana göre. Yaptığı cıvıklık tınısı yüksek müziğe rağmen bu konuda oldukça iddialıyım. Ki bunda bıyıklarımı bile çalabilecek bir multienstrumanist olmasının payı gerçekten yok.
Beck Hansen ile Sea Change sayesinde 2002'de tanıştım. 15 yıllık kariyerinin son 7 senesine tanıklık ediyorum yani. The Golden Age, Paper Tiger, It's All in Your Mind, Lost Cause; Beck'e inanmak için yeterli kanıtlar benim müzik evrenimde. Aslında Beck'i tanıyanlar debut'u Mellow Gold (1996) ile, yani "Loser" ile tanırlar. Fakat o tanışıklık pek öteye gitmez. Beck'in devrimi sayabileceğim Sea Change'den 3 yıl sonra gelen Guero ise, benim Beck sempatimin hayranlığa dönüştüğü yerdir. Bir insan evladının kafasının "Hell Yes" gibi dünyanın en güzel ve o derece tuhaf şarkılarından birini inşa edebilmesi için nasıl çalışması gerektiğini hala merak ediyorum.
Albüm baştan aşağı postmodern şaheserlerle dolu. Bugün "Ben müzik dinliyorum." diyen her insan evladının arşivinde olması gerektiğine inanıyorum. Devamı niteliğindeki "The Information" ise, Radiohead'in 6. üyesi ve prodüktörü Nigel Godrich'in Beck'e geri dönüş albümü olarak, yine harikaydı. Beck kendi sound'unu yaratmayı başarmış bir ibiş olarak artık gerekli izini bırakıyordu.
Bu girizgahtan sonra günümüze gelirsek; yıl 2008 ve Beck "Modern Guilt" ile karşımızda. Bu sefer Danger Mouse ile çalışmış. Kendisini Gorillaz'dan ve bir başka kaldırım taşı projesi Gnarls Barkley'nin bonus kafası olarak biliyorsunuz. İşte bu adamlar hep aynı frekanstaki müthiş varlıklar. Onları dinlemeyi, onlarla takılmayı seviyorum çünkü frekansımız aynı. "Neden bahsediyorsun?" diyeceksin; söyleyeyim. Gnarls Barkley'nin inanılmaz albümü The Odd Couple'ın prodüktörlüğünü Nigel Godrich yapmış. Yer değiştirmişler yani.
The Odd Couple hayvan gibi güzel bir albüm olmasına karşın, Modern Guilt'in güzel olmadığını söylemiştim. Çok acele etmişim, tükürdüğümü aynen yalıyorum. Bu adamlarla aramdaki fark da bu zaten. Şahane bir şey olmuş bu yahu. Adamlar hakikaten farklı bir albüm yapmışlar ve bu yüzden hazmedene kadar, alışana kadar zaman geçiyor, "beğenmeme" algısı oluşuyor. Fakat modern müzik ufku açısından bir açacak olduğunu kabul etmek gerekir bir süre sonra. Ettim ben de. 30 dakika değil de 1 saat olsaymış keşke. Beck'in sözleri kendini aşmış, her zamankinden katbekat keyifli olmuş dinlemesi. Şarkılar paramparça, darmadağın; her tarafı ayrı oynuyor. "Orphans" ile açılan bu güzellik, albümün krallığını fark etmemi sağlayan "Gamma Ray" ile devam ediyor. Hiç ağlamayan ve 2 ayda altı yaşına gelen bir bebek kadar hoş.
Chemtrails, Modern Guilt, Youthless ve müthiş Walls; bunlar olağanüstü şarkılar. Yarım saatlik albümün ilk yirmi dakikası yetiyor. Evde otururken dinle, yolda yürürken dinle, spor yaparken dinle, bunalım yaparken dinle; her türlü gideri var. Bu bence bir albüm için en önemli kriter. Bir "OK Computer"ı spor yaparken dinleyemezsin mesela, koşu bandında durup seni duvara yapıştırmasını istersin. Ya da "Deserter's Songs"u yolda yürürken dinleyemezsin. "Synkronized" ile bunalım yapamazsın. Bu birbirinden harika albümlerle bunları yapamazsın, ama "Modern Guilt" bu kudrette, gündelik hayatta sırıtmayacak ama farklı da olabilecek bir sound'a sahip. Tapıyoruz.
Son 2-3 haftadır Beck'e abartılı şekilde abandım. Ve 26 yıllık şu ömrümde, bir tane Beck fanatiğiyle karşılaşmadığımı fark ettim. Beck gibi bir hastanın "Everybody's Gotta Learn Sometimes" ve "Loser"dan ibaret olması reva değil. O yüzden her yere şunu yazıyorum:
"Beck dinleyin. Onu çok sevin."
gönderen: Emre A saat: 16:30 9 yorum
etiketler: beck, modern guilt, müzik, müzik tavsiyesi, radioheadbanger
Hoş Geldin Kaba Şimşek!
Eet,
Sonunda üç güzel bir yerde toplandık. Bundan daha fantastik olanı ise, amacın "geyik" olmaması ve ortada "seviye" diye bir şeyin olması.
Şaka gibi ya da bu bi işaret*.
13.01.2009
A.R.O.G.
gönderen: Travis and Tyler Durden saat: 10:43 2 yorum
etiketler: a.r.o.g., sinema, travis and tyler durden, türk sineması, yerli film
8.01.2009
Berişgüzar Korel - Halit Eryadagenç
Binbir Gece diye fantastik bir dizi var bilen bilir. Ben de 1 sezon kadar takip ettim Ali Kemal karakteri için sldkfjdksflkj. Süper eğlenceliydi. Şimdi eski tadını vermediği için izlemiyorum. Bir kötü kadın, alkolik Bennu, ve Onur ile Şehrazat'ın cıvık aşkı üstüne kurulu olması izlememek için yeterli sebepler. Dizide Onur karakteri, Şehrazat Hanım ile 150.000$ karşılığında yatmıştı. Gerçek hayatta ise seviyeli bir birlikteliğe imza atmışlar. Deniyor ki "İnsan olduklarını unutuyoruz..." sdflkjsdflk yo ne münasebet. İnsana benziyorlar bence.
Gelgelelim bu Halit Ergenç denen gözleri belermiş arkadaş, evliydi gayet. Birkaç aylık taze eşini bir güzel aldatmış. Bergüzar Korel ise Tan Sağtürk'ü terk etmiş. O da aldatmış gibi bir şey yani. E n'apalım şimdi "onlar da insan" diye alkış mı tutalım? Yaptıkları ayıp. Bence insanlık ayıplarından biri. Söz veriyorsun nikah kıyarken, sadık olacağım falan diyorsun. İki ayda yutuyorsan o sözleri, ben seni niye seveyim? Madem bu kadar kolay kayacaktı gönlün, ne diye evlendin?
Şimdi bu kişiler, süper para kazanıp müthiş şöhret oldukları için hayatta her şey istedikleri gibi olacak sanıyorlar. Sürekli bir "Size ne!!!!!11" tavrı içindeler. Öyle bir şey yok. O kadar avam dizilerde oynarken, halka mal olmayı da göze alıyorsun demektir. Magazin olmadan bir hiçsin. Öyle sırf sen istemedin diye milletin susma zorunluluğu yok. Elalemin ağzı torba değil. Yemişler bir halt, kınanasıdır gayet. Yakalarına yapışıp "Git özür dile eşinden, pişmanım de. Bi' daha da yapma sakın." ya da "Tan çok seviyordu seni be, git barış." demiyoruz ya. Eşlerini/Sevgililerini aldatmayı bilmişler, "Aramızda bir şey yok." diye insanları da kandırmışlar; daha neyin tribindeler anlamak zor.
Üzgünüm ama tanrı olsanız bile hayatta her şey istediğiniz gibi gitmiyor. Cehennem yaratmak zorunda kalmış. Sizin cehenneminiz de magazin köşelerinde linç edilmek. Eh, bence müstahak.
gönderen: Emre A saat: 00:38 0 yorum
etiketler: binbir gece, dizi, kanal d, radioheadbanger, televizyon, yerli dizi
6.01.2009
Canım İlker Aksum
İlker Aksum'u sanırım birçoğumuz Çarli'deki Afakan rolüyle hatırlıyordur. O absürt dizide bile parlıyordu adam. Taylan Biraderler'den kurtulması iyi olmuş. Canım Ailem'de Halim rolü ile yine harika.
Her ne kadar Uğur Yücel'in yarısı yaşında gencecik bir insan olarak saçma şekilde karşımıza çıkmış olsa da; Şebnem Bozoklu gibi süper bir oyuncuyu daha keşfettik Canım Ailem'de. Dizi güzel. Şahane değil ama güzel. Türk dizilerinde böyle bir sorunsal var. Sittin senedir herhangi bir yaratıcı senaryo ortaya konmadığı için (belki de konuyordur da yapımcılar risk almıyordur, ya da başlarına geleceği biliyordur), Türk dizileri oyunculuklar ve müzikler üstüne kurulu oluyor. Eğer bir de sesler canlı alınıyorsa, tamamdır. Canım Ailem de böyle bir dizi. Uğur Yücel var; her ne kadar "dizi" deyince akla hala "Aksak" gelse de.
Şebnem Bozoklu var. Ozan Güven var. Ezgi Mola var. O ergen abi rolündeki çocuk dışında herkes süper hatta. Müzikler güzel, bizden. Dublaj da yok.
Demem odur ki; en az Şebnem Bozoklu kadar yüceltilmesi gereken birisi var, o da İlker Aksum. Şebnem neler yapar bir fikrimiz yok ama, İlker kendini binbir farklı rol ile kanıtladı. Terazisine tıklamanın zamanı geldi de geçiyor bence. Memeleri yok diye pas geçmeyelim adamı lütfen sdlfkjdlsksjfk.
gönderen: Emre A saat: 20:22 0 yorum
etiketler: atv, canım ailem, dizi, ilker aksum, radioheadbanger, televizyon, yerli dizi
2.01.2009
Dikkat Yemekteyiz: Ayı Çıkabilir, Kıl Düşebilir
İzlemeli gömmeli blog olayına girmişken, "Yemekteyiz" ile başlamamak olmazdı tabii ki.
Yemekteyiz de, BBG'den sonraki en başarılı reality show olarak, yine Show Tv ekranlarında dönüyor. Hatta bugün onlarca alternatifi olduğu halde, 2. BBG eviyle kapıştığını söyleyebilirim. Türü şaibeli aslında. Reality Show/Magazin olarak geçmesi daha mantıklı. Zira en az "Var mısın Yok musun?" kadar izleyen için anlamsız bir program. Üstüne "yarışma" deniyor. Hem de yemek yarışması. Seyirci ne tadabiliyor, ne koklayabiliyor, haliyle de ne görüşünü bildirebiliyor (sms oylaması falan), ne de doğru söyleyip söylemediklerini bilebiliyor. Sezercik gibi, lokantanın camına yapışmış aç misali televizyon camına yapışılıyor. Yemeklerden çok birbirlerini nasıl yedikleriyle ilgileniliyor. Metni bizimle birlikte o an izliyormuş gibi yazılan dış ses de "haftanın şıkları ve rüküşleri" ekolünden. Mutfağa gider gitmez bir çekiştirme başlıyor, dedikodu gırla. Üstelik "format bu" diye savunulabiliyor. Ben senelerdir bunu anlayamadım zaten. "Format bu" ne lan? Format yere bozuk para atsa eğilip alacak mısın? "Format bu abi" diye arkandan biri hallense, "format bu" mu diyeceksin? İşte tam da bu "legalleştirme" kabiliyeti televizyonu olağanüstü kılıyor.
Yemekteyiz'in formülü süper. 1 adet feminen homoseksüel, 1 adet gizli gerçek homoseksüel (Burt Lancaster, Rock Hudson, Morrissey gibi maço figürler) ya da arıza adam, 1 adet karta kaçmış menopoz teyze, 1 adet orta ayar kadın, 1 adet de gideri olan hatun. Hepsi kast. Zamanında bunu Asuman Dabak'ın "İtirazım Var" isimli saykedelik programında da görmüştük. "Ulan ne insanlar varmış be, şükür halimize" derken, kendisine gelen telefonlardan ivmelenen yüce RTÜK'ün dürtmesiyle programın kurmaca olduğunu belirtmişlerdi. Zaten bundan kısa süre sonra da ATV progamı bırakmak zorunda kalmıştı. Yani her reality show'un bir prodüksiyonu, kastı, senaryosu var. BBG dahil. Koyun gibi izlemiştik onu da. Seneler geçti üstünden, artık maymun gözünü açsın. Açsın ki, kurarken daha yaratıcı olsunlar. Daha çok masraf yapıp, daha kaliteli prodüksiyonlara imza atsınlar. "Ne versek onu izliyorlar" güvencesi çıksın akıllarından.
Yemekteyiz'de de; feminen homoseksüel kırılıp dururken Seda Sayan gibi/kadar dobra olmaya çalışıyor, karta kaçmış teyze erkeklerle iyi anlaşıp kadınları deli gibi kıskanıyor. Gideri olan hatunumuz "naalaaka yane" deme görevini üstlenirken, gizli gay maçomuz ortamı domine etmeye çalışıyor. Orta ayar kadın ise en işlevsizleri. Hep aynı terane. Görünüşte her hafta değişiyor yarışmacılar, ama değişen hiçbir şey yok. Aslında değişen hiçbir şey olmadığı için yarışmacılar her hafta değişiyor. Bunu fark etmeyelim diye yani. İllüzyonun en kralını yaratan bu ekrandan ekmeğini yer. Bunun en güzel örneği de Okan Bayülgen'dir. En doğru en samimi en düzgün o gibi gerçeğe en yakın illüzyonu yarattı ve hala buralarda bir yerlerde. O kadar başarılıydı ki bu konuda, "Televizyonda gördüğünüz hiçbir şeye inanmayın" dediği halde biz ona inanmaya devam ettik.
Biz bunları gerçek gibi izliyoruz. Ciddi ciddi tartışıyoruz, konuşuyoruz, vakit ayırıyoruz. Halbuki senaryo belli. Dizi gibi izleyeceksin bunu. Ama yok. Kaptırmayı seviyoruz. Sanırım bunun sebebi de toplumun entelektüelite seviyesinin düşüklüğü. Tatmin olabiliyor bu programdan. Dedikodu ona hitap ediyor, tanımadığı insanların ne yiyip içtiğini merak ediyor, kim kime laf sokacak, hangi tabaktan kıl yün çıkacak, kim ayılık yapacak bunlara bayılıyor. Birkaç bin liralık soğan cücüğü çapındaki prodüksiyondan milyon dolar kaldırılmasına zemin hazırlıyor. Ben de arada izliyorum. Çünkü kız arkadaşım izliyor. Kız kardeşim izliyor. Konuşuyorlar, ilgileniyorlar. Trip yapıp kapattırıyorum, iki dakika sonra yine açılmış oluyor. Ben de geçenlerde yarışmacılardan birinin evinde gördüğüm müthiş ankastre mutfağa imrenirken buldum kendimi. "N'oluyor lan" dedim silkelendim. Öyle zehirli pis işte bu kutu. Salak kutusu değil, salağa yatan kutu. Uzun süre bakınca etkisi altına almaya başlıyor.
Tüketim kültürüne hitap eden bu programlardan eğlence alıp kapamak mantıklı. Bu programın "Haydi Gel Bizimle Ol"da eleştirilmesinin bir önemi yok. O da bir televizyon programı, onun senaryosu da bu. Hatta İsmail YK'nın konuk olduğu bir televizyon programı.
Dediğim gibi, "Yemekteyiz" güldürüyorsa ne güzel. Hayat yeterince sıkıcı. Ama Hasan Bey'in kendisine değil de yaptığı yemeğe bakıyorsanız, pilav üstü kurufasulyeli sofraya oturunca kendinizi "Yemekteyiz"de hissediyorsanız, o kadar yakından izlemeyin. Bu program tamamen hayal ürünüdür ve özdeşleşmemeniz gereken karakterler içerir. Hayat yeterince sıkıcı dedik, daha da sıkıcı hale getirmemek elinizde. Arz ederim.
gönderen: Emre A saat: 22:52 0 yorum
etiketler: radioheadbanger, reality show, show tv, televizyon, yemekteyiz